Ürkütücü bir başlık, biliyorum. Fakat gerek son 40 yıldır yaşadıklarımız gerekse günümüzün tehlikeli koşulları bu konuyu ciddi olarak ele almayı gerektiriyor. Tabii ki bir köşe yazısında bunu hakkıyla yapamayız, ama en azından sorunsalı ortaya koymaya çalışabiliriz.
AKP Hükümetinin son KHKsi çoğu kişi tarafından iç savaş hazırlığı olarak nitelendi. Biraz aşırı bir tespit olmakla birlikte -uyarıcılığı dolayısıyla- pek yanlış da sayılmaz. En azından iktidarın kendisine -gerektiğinde silahlı- sivil bir kalkan da oluşturmak istediğinin ve iktidarını korumak için her yolu deneyebileceğinin göstergesi. Fakat şimdilik hedefleri korku salmak ile sınırlı.
İç savaş ağır bir durum; dolayısıyla ağır bir laf. Savunma Bilimleri Dergisinin Kasım 2015 tarihli sayısındaki makalesinde Murat Güler, esas olarak yabancı dildeki çalışmaları tarayarak şöyle bir iç savaş tanımına ulaşmış:
Özetle iç savaş, esas olarak bir devletin kendi sınırları içinde devlet güçleri ile onun hükümranlığını tehdit edebilecek silahlı güce sahip en az bir isyancı taraf arasında veya özel durumlarda devlet dışı silahlı grupların kendi aralarında yaşanan, belirli bir şiddet düzeyi üzerindeki silahlı çatışma durumu olarak tanımlanabilir.
Bu tanımda geçen şiddet düzeyi noktasında Güler, çatışmalarda ölen insan sayısının 1000den fazla olmasının iç savaş sayılması için genel bir kabul olduğunu belirtmiş.
Çok genel bir tanım ama buradan yola çıkabiliriz. Türkiyenin birikimini dikkate alarak tanımın içini doldurabilir, bazı kriterler ve kavramlar geliştirebiliriz.
Öncesini bir kenara bırakarak, bu tanım ışığında son 40 yılı ele aldığımızda Türkiyenin iç savaşa pek de yabancı olmadığı görülür.
1977-80 arasında faşist milisler ile devrimci örgütler arasında ülke sathında yaşanan çatışmaların bir iç savaş olduğu pekâlâ söylenebilir. Sadece Kasım 1979 ile 12 Eylül 1980 arasındaki on ayda bu çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısı 4000e yakındır.
1984ten günümüze süregelen PKK ile Türk devleti arasındaki çatışma ise bölgesel kalmakla birlikte resmen bir iç savaştır. Bugüne kadar toplamda (silahlı güçler ve siviller) hayatını kaybedenlerin sayısı 50 bine yaklaşmıştır.
Darbe girişimini de içeren AKP-Cemaat kavgasını ve 2013 Haziran Direnişini birer iç savaş olarak niteleyemeyiz ama, böyle bir potansiyel taşıdıklarını da söylemeliyiz.
Demek ki sıcaklığı hâlâ süren ciddi (ve çeşitli türden) iç savaş deneyimlerimiz var. İç savaş laflarını uluorta etmeden önce bu deneyimlerden dersler çıkarmak durumundayız.
***
Bir kere, sosyalistler iç savaş romantiği değildir. Öyle hoş geldi sefa geldi, davetleri kabulümüzdür, ne yapalım, onlar başlattı falan diyerek iç savaşa girilmez. İç savaş, şövalye düellosu değildir. Öte yandan sosyalistler iç savaş kaçkını da değildirler.
Öncelikle her savaş gibi iç savaşlar da sınıf mücadelesi perspektifiyle haklı-haksız, ilerici-gerici kıstaslarına vurulur ve bu analize göre tutum alınır. Halkı bölen ve birbirine kırdıran etnik ve mezhep temelli çatışmalara karşı tavır almak, hatta o iç savaşı önlemek için savaş vermek gerekebilir. (Not: 80 öncesi Kahramanmaraş ve Çorum gibi kentlerde çıkan çatışmalar mezhep kavgası değildi; Kontrgerilla ve faşistler tarafından kışkırtılan katliam girişimleriydi. Buralarda halkın ve devrimcilerin kendilerini savunması haklıydı.)
İkincisi teknik ama son derece önemli bir nokta: Doğru eylem ilkeleri. Örneğin, ne kadar haklı olunsa da yenilgi olasılığının yüksek olduğu bir savaşa girilmez. Çünkü böyle bir savaşa girmeni zaten karşı taraf ister. Yani politik analiz + hesap-kitap, işin abcsidir.
***
Devlet bazı durumlarda sistemin içine girdiği krizi aşmak ve hedef aldığı kesimleri zayıfken ezmek için iç savaş kışkırtabilir. Bunu kışkırtılan iç savaş veya kontrollü iç savaş olarak tanımlayabiliriz.
Tartışılabilir, ama bence 1977-80 arası yaşanan çatışmalar böyle bir iç savaştı. Devlet bir yandan devrimci örgütleri (yurtsever-devrimci gençleri ve halkın öncülerini faşist saldırılarla katlederek) henüz hazır olmadıkları bir çatışma içine çekerken, diğer yandan Kontrgerilla eliyle düzenlediği komplo ve provokasyonlar ve aydın suikastlarıyla geniş kitleleri bastırmaya, depolitize etmeye, devrimcileri bölmeye ve iç çatışmalar çıkarmaya çalıştı. Emekçilerin dışardan seyrettikleri bir devrimci-ülkücü çatışması tablosu oluşturuldu. Bütün bunların 12 Eylül darbesine ve Özal ekonomisine hazırlık sürecinin taktikleri olduğu sonradan netleşti.
Devletin bu uygulamalarına karşı devrimci taktik, böyle bir iç savaşa -mecbur kaldık deyip- balıklama atlamak değil, sınıf siyasetinde ısrar, sebatkâr bir doğru eylem ve kitle çizgisi, geniş cephecilik, komplo ve provokasyonlara azami dikkat, sol içi çatışmaların kararlılıkla mahkûm edilmesi ve tabii aktif savunma olmalıydı. Böyle bir çizgi yeterli ölçüde izlenemedi. Sonuçta Amerikancı faşist darbe, anlamlı bir direniş görmeden ve sanki kurtarıcıymış gibi hayata geçirilebildi.
Burada mecburen 3-5 cümleyle geçiyoruz ama, günümüz sosyalistlerinin ve muhaliflerinin bu dönemde yaşananlardan kılı kırk yararak dersler çıkarması gerekir. Çünkü önümüzdeki süreçte, konumunu her türlü yolla koruma peşinde olan AKP-Erdoğan iktidarı eliyle benzer provokasyonlar ve iç savaş davetleri yaşanabilir. Örneğin, öncesi ve sonrasıyla 15 Temmuzun aslında ne olduğu belki yıllar sonra netleşecek.
***
Yazının başında atıf yaptığım makalede, 1945 (2. Dünya Savaşının sonu)-1999 arasında 25 adet ülkeler arası savaş yaşandığı ve 3,33 milyon kişinin öldüğü, aynı tarihler arasında 122 adet iç savaş yaşandığı ve 16,2 milyon kişinin öldüğü söyleniyor. Yani iç savaşlarda ölenler devletler arası savaşlarda ölenlerin 5 katı. 2000 yılından sonrası için bir rakam yok, ama iç savaşların (ve bu savaşlarda hayatını kaybedenlerin) sayısında artış olduğu kestirilebilir.
Çünkü artık dış savaşlar da iç savaşlar aracılığıyla veriliyor. Emperyalist devletler (özellikle ABD) hedef seçtikleri ülkeyi kendi askerlerini yollayıp işgal etmek yerine, o ülkede terörist gruplar örgütleyip kargaşalık ve iç savaş çıkartarak yönetimini devirme yolunu tutuyorlar. Dahası, kendi kışkırttıkları iç savaşları, kurtarma amaçlı müdahalelerinin de gerekçesi yapıyorlar. Belki bu taktik her zaman vardı ama günümüzde başat taktik haline gelmiştir.
Bu olgu iç savaş tartışmalarına yeni boyutlar katıyor. İç ve dış kavramları birbirine karışıyor. Dünün özgürlük savaşçıları, bugün emperyalizmin 5. kollarına dönüşebiliyor.
Yeni bir iç savaş türü çıktı örneğin: Ezilme ve kurtarılma hedefli iç savaş ve iç savaş kabulleri. Biri gelsin bizi kurtarsın iç savaşları! Turuncu devrimlerin son sürümü! Böyle bir iç savaşa girişenleri doğru eylem ve kitle çizgisi ilkeleri açısından eleştirmenin fazla bir anlamı yok. Çünkü bile isteye ezilmeye oynuyorlar ve güvenceleri halk değil emperyalist odaklar. En belirgin örneklerini Irakta, Suriyede görüyoruz. Ama son yıllarda Türkiyede de yaşananlar (FETÖ ve PKK taktikleri) ve olasılıkla daha da yaşanacaklar, bu boyutu da hesaba katmak gerektiğini göstermektedir.
Bütün bunlar sosyalistleri taktiklerini inceltmeye ve çeşitlendirmeye, gerek devletten gerekse emperyalist odaklardan bağımsız bir emekçi çizgisi izleme noktasında çok daha hassas olmaya zorlamaktadır.
Bu konu daha çok su kaldırır. Ayrıntılarıyla tartışılmaya muhtaçtır. Başta da belirttiğimiz gibi bu yazıda sorunsalı ortaya koymaya çalıştık. Onun da tamamını yapmış sayılmayız. Ama en azından iç savaş lafını ağzına alanların bütün bunları dikkate alması gerektiğini düşünüyorum. Yeri geldiğinde konuyu derinleştiririz.
Değerli okurların yeni yıllarını kutluyorum. Yeni yıla böyle bir yazıyla girmek istemezdim. Ama belli ki önümüzde zorlu bir yıl var. Büyük zorluklar büyük fırsatları da yaratır. Belirsizlikler, belirlemenin arifesidir. 2018in bu fırsatların emekçi halk açısından değerlendirilebileceği bir yıl olması dileğiyle…