Vicdanın hükmü nereye kadar?

Ender Helvacıoğlu

Bilim ve Gelecekin Aralık sayısı için hazırladığımız bir dosya dolayısıyla Alan D. Beyerchenin Nazi Döneminde Bilim adlı kitabını yeniden didik didik ettik. İyi de oldu, çünkü Alman bilimcilerin Nazi döneminde pek olumlu bir sınav verememelerinin nedenlerini tartışmak, günümüz Türkiyesi ve sol siyaset üzerine de düşünmemize ve bazı sorular sormamıza vesile oldu. Dergide geniş bir yazımız olacak, ama bir noktayı bu köşede de tartışmak istiyorum.

***

Beyerchen, kitabının sonuç bölümünde bir vicdan ve ahlak tartışması yapıyor. Alman bilimcilerin yararcı bir bakış açısını benimsediklerini, direnirsem ne yararım dokunacak diye düşündüklerini, işin vicdani ve ahlaki yönünü ıskaladıklarını vurguluyor. Pragmatizm ve aşırı pozitivizm eleştirisinden yola çıkarak ve toplumsal eylemlerin bilimsel deneylerden farklı olduğunu belirterek şöyle yazıyor:

Bilimsel araştırmanın temel ilkesi onun sonuçlarını önceden kestirebilmektir. Ancak çoğu kez bu çaba politikada köstekleyicidir, çünkü bir eylemin sonuçları önceden görülemez. Böyle durumlarda, eylemin temelinde ahlaki, vicdani ve toplumsal sorumluluk bulunmalıdır.

Einstein da Von Lauenun direnişçi tutumunu övgüyle anarken benzer bir değerlendirme yapmış:

Bilimadamlarının istisnalar olmadıklarını öğrenince şaşırmamalıyız. Eğer bir farklılıkları varsa bu, entelektüel yeteneklerine değil, Lauede olduğu gibi insani özelliklerine bağlanmalıdır. Onun örneğinde, güçlü bir adalet duygusunun etkisiyle sürünün geleneklerinden kendisini nasıl adım adım sıyırdığını gözlemek özellikle ilginçtir.

***

Aydınlar arası bir tartışma yapılacaksa, bunlar çok önemli ve değerli tespitler. Ama eleştirel çözümlemeyi bu nokta ile sınırlamak yeterli mi? Vicdan, ahlak, insani özellikler, adalet duygusu gibi kavramların hükmü nereye kadar? Entelektüeller kendi aralarında tartışırken birbirlerini bu kavramlardan yola çıkarak ikna edebilirler veya suçlayabilirler belki; ama ya toplumu? Eleştiriyi vicdan ve ahlak ile sınırlamak da bir başka tür apolitizm değil mi?

Beyerchen ve Einstein, Alman bilimcileri sıradanlıkla ve entelektüel duruşun gereğini yerine getirmemekle eleştiriyorlar. Haklılar. Ama bu eleştiriyle ancak Planckı ve Heisenbergi ikna edebilirsiniz. Esas mesele bizzat o sıradanları ikna etmek değil mi?

Kısacası toplumsal sorumluluğu bireysel vicdana indirgemek yeterli mi, meseleyi çözüyor mu? Kaldı ki, vicdan nedir?

***

Vicdan, bireysel gibi gözükmekle birlikte sınıfsal bir kavram, son derece ideolojik bir kavram. Dolayısıyla kolaylıkla eğilip bükülebilen bir şey. Çok farklı kılıklara girebilen, değişken, çok yüzlü, zeytinyağı gibi su yüzüne çıkabilen, yani becerikli bir şey. Bu niteliği, sapına kadar sınıfsal olmasına karşın, bizzat kendimizin bile onun bireysel olduğunu sanmamızdan kaynaklanıyor.

Bir aydın metafiziğidir, vicdanın bireysel olduğu yanılsaması; tıpkı bilginin bireysel olduğu yanılsaması gibi. 

Sanıyoruz ki vicdanımız bize aittir. Hiç de değil. Biz hangi sınıfa aitsek, vicdanımız da o sınıfın çıkarlarınca belirlenir. Nasıl sınıflar üstü bir devlet ve millet kavramı yoksa, sınıflar üstü bir vicdan kavramı ve aydın duruşu da yoktur.

Aydının (entelektüelin, biliminsanının, sanatçının vb.) kendisini fasulye gibi nimetten sayması, sıradan emekçilerde veya burjuvalarda bulunmayan (daha doğrusu bulunmasına gerek olmayan) bir lükse sahip olmasından kaynaklanır: Kendi sınıfını kendi seçme lüksü. Kendi seçtiği için, vicdanının da seçtiği sınıfa değil kendisine ait olduğunu sanır.

Ama bu lüksün de ciddi bir bedeli var: Her an kalın hatlarını (seçtiği sınıfın çıkarlarını) yitirme riski. Bir sınıfın doğal üyesi olmadığı için, değişen her durumda sıfırdan başlama sıkıntısı. Sürekli ve sürekli sınanma ve bu sınanmayı tek başına yaşama gerilimi. Burjuva aydını da emekçi aydını da, farklı biçimlerde de olsa, sürekli yaşar bu gerilimi.

Uzatmayalım, sonuç olarak, vicdanın, -bireysel düzlemde- sıradanlığın ve teslimiyetin garantili panzehiri olması olanaksız gözüküyor. Bunu ancak Tanrı becerebilir belki!

***

Toplumsal (politik) düzleme gelindiğinde ise, vicdani ve ahlaki eleştirinin hiçbir hükmünün bulunmadığı gözükür. Bu konuyu Machiavelli Usta çok net bir biçimde çözümlemiş, siyaset başka ahlak başka demiş, ikisini birbirine karıştırma. Onun söyledikleri üzerine fazla bir laf etmenin gereği yok. Sadece şunu vurgulayalım: Salt vicdani-ahlaki eleştiriler ve sloganlarla kitleleri ve sınıfı ayağa kaldırmanın, bir politikaya yöneltmenin ve dolayısıyla politik bir hedefe ulaşmanın olanağı yoktur. En fazla kendi kendimize gelin güvey oluruz.

Bu konuları tartışmak ve berraklaştırmak önemli. Çünkü günümüz Türkiyesinde de sosyalistler salt vicdani-ahlaki talepler ve sloganlarla siyaset arenasına girmeye çalışıyorlar.

Örneğin AKP iktidarından kurtulma, dikta rejimine geçit vermeme veya -daha somut bir politika olarak- cumhuriyetçi kitlelerle Kürt halk kitlelerini birleştirme ve bu birliğin katalizörü olma hedefi koyuyoruz; sloganlarımız: Teslim olma, Boyun eğme. Bu tür politik olmayan vicdani söylemler aydınların birbirlerine yönelik talepleri olabilir ancak. Einstein Plancka söylediğinde belki bir anlamı olabilir (o da belki).

Bu sloganlarla bir sınıfı veya geniş kitleleri etkilemenin, politik bir hedefe yöneltmenin olanağı yoktur. Vicdana ve iradeye dayalı mücadele, politik güç karşısında etkisiz kalacaktır. Politik bir güce karşı, politik bir karşı güçle mücadele edilebilir ancak.

Kitleler vicdani tutumlar almazlar; kendilerini güçlü hissettikleri, başarının kokusunu aldıkları ve güvendikleri bir önderliğe sahip oldukları zaman mücadeleye girişirler. Bunu bulamadıkları zaman boyun da eğerler, teslim de olurlar, dahası güçlü olan karşı odakların peşinden de gidebilirler.

Hitler de, Alman orta sınıfı başarıya ulaşanın yanında yerini alacak ve biz onunla istediğimizi yapacağız derken politikanın bu tunç kanununa vurgu yapmaktaydı.

Aslına bakılırsa, aydınların ve öncülerin de boyun eğmemesinin ve teslim olmamasının garantisi toplumdaki maddi bir güce yaslanmaları ve komuta edebilmeleridir. Tarihi kahramanlar yapmaz, öncülerinin komutasındaki sınıflar yapar.

Türkiyeli sosyalistler olarak vicdani-ahlaki sloganların ötesine geçemeyişimiz, sınıf hareketi olma niteliğinden çok uzak olduğumuzu, henüz bir aydın hareketi olma aşamasını geçemediğimizi gösteriyor.

Gerçek budur ve tersine çevrilmesi gereken olgu da budur.