Epeydir faiz oranının enflasyonun nedeni olup olmadığı tartışılıyordu. Üstüne devalüasyon da (Temmuz 2018 sonu 4,89 TL. olan dolar kuru işbu yazıyı yazarken 7 TL. idi!) gelince enflasyon ne olacak, faiz oranı artışı ile devalüasyon durdurulabilir mi? Devalüasyonu durdursak da mı enflasyon ve faizi dizginlesek gibi neoliberalizmin saçma sapan bir yığın sarmal kriz soruları havada uçuşmaya başladı! Gerek AKP’nin yetkililerinden gerekse muhalifimsitrak siyasetçilerden gelen merkez bankası bağımsızlığı feryatları ne anlama geliyor acaba? Meseleye ışık tutmakta yarar var.
Faiz enflasyonun nedeni midir, yoksa tersi mi? Sahi faiz nedir? Üretilen artık değerin bir kısmını sanayi kapitalistleri girişimci kârı olarak, diğer bir kısmını ticaret yapan sermaye sahipleri ise ticaret kârı olarak alırlarken, bir kısmını da malî sermaye (faiz getiren sermaye) kapitalistleri, gelişen parasal sistemde ortaya çıkan kredinin değişim değeri olarak yani faiz olarak alır. Faizi, kredinin artık değerin üretimini finanse edebilme yeteneği olarak düşünürsek, kullanım değeri olarak da tanımlamak uygun olacaktır.
Faiz oranının, arz ve talebin tesadüfi ve tekelci güçlerince belirlenmesinin sanayici kapitalistlerle malî kapitalistler arasındaki güç dengesini yansıttığını vurgulayalım. Faiz oranı uzun vadede azalan kârlar yasası nedeniyle düşme eğilimi gösterirse de; kısa vadede ekonominin dalgalanma dönemlerine bağlı olarak değişme eğilimindedir, örnekse iktisadî büyüme dönemlerinde düşerken, durgunluk veya küçülme dönemlerinde yükselme eğilimine girer. Bu hareketlilik ilgili dönemde iktisadî sektörler arasında doğan dengesizlikler olarak ele alınıp, malî bunalımların bir belirti olarak ortaya çıkmasından sonra genel iktisadî bunalımların bu malî bunalımı hızlandıracağı savlanabilir. Malî sermaye, sanayi sermayesi ile bağımlılık ilişkisinde olsa da, onun dışında oldukça evrensel ve dizginlenemeyen bir kategoridir. Artık değerden kaynaklanan bir başka gelir biçimi de rant olarak tanımlanır, ama bunun toprak sahibi tarafından elde edilmesi, sermayenin uzmanlaşmış bir biçiminin elde etmesiyle aynı değildir.
Genelde, faiz miktarı ya da oranı, sanayi-ticari-malî kapitalistler arası paylaşım mücadelesine, ekonomik koşullara (konjonktüre) ve bu iki etkene de bağlı olarak dalgalanan parasal sermayenin (kredi, tahvil vb. biçimlerdeki) arzı ve talebine bağlıdır.
Kapitalizmde birçok faiz yaklaşımı var: Tüketimin zaman tercihi veya yatırım talebine dayalı klasik görüş, doğal ve parasal faiz oranı olarak iki tür faiz oranı ortaya atan Wicksell yaklaşımı, likidite tercihine dayalı Keynes yaklaşımı, Hick-Hansen’in yeni-Keynesgil sentezi, Tobin’in portföy kuramı vb.
Kapitalist finans kuramında faiz oranı şunların toplamıyla hesaplanır: ana paranın geri ödenmeme riski, enflasyon beklentisi, likidite (paraya çevrilebilme) riski, vade riski. İlk üç bileşen ne denli yüksekse, son bileşen ne kadar uzunsa faiz oranı da o denli yüksek olur. Türkiye ekonomisinde faiz oranı üzerinde enflasyon beklentisinin etkisi önemli olabilmektedir. Doğaldır ki, yüksek faiz oranı da, sanayi kapitalistlerince mal-hizmet fiyatlarına kısmen yansıtılabilir, bu da enflasyonu hızlandırabilir. Enflasyondan düşük faiz oranı ile de bir kesimden başka kesimlere kaynak transferi yapılabilmektedir.
Türkiye’deki tartışmaya tanı koyalım. AKP sanayi kapitalistlerini pek düşünmüyor. Zaten kredi faiz maliyetlerinin sanayi yatırımları üzerinden ekonomiye olumlu etkisi gecikmelidir. Faiz oranlarındaki düşmeyle enflasyonu kısa erimde aşağı çekmek de tam bir laf salatası. Sahi hangi enflasyon: orta vadeli planlardaki mi,TCMB’nin %13,40’lık TÜFE enflasyonu mu, yoksa görünen köy mü? Hangi sınıfın ya da gelir diliminin enflasyonu? Doların 7 TL.’ye ulaştığı düzeyler için hangi enflasyon tahmini? Zaten Berat Bey’in sunduğu ve iş dünyasını dahi doyumlayamadığı Yeni Ekonomik Model’de de (*) enflasyon oranı tahmini yer almadı! İnşaata dayalı sermaye birikim modelinin değirmenine su taşıma işlevi akla geliyor. Bir de büyümeden cari açığa, işsizlikten gelir dağılımına, enflasyon hedeflerine dek ciddi bir düzelmenin olmadığı kırılgan ekonomiye seçim öncesi makyajlama faaliyeti veya günah keçisi bulma! Peki Merkez Bankası bu bağlamda direniyor da niye işe yaramıyor? Merkez Bankası bağımsız mı, ya da kimden bağımsız kime bağımlı?
Para ve piyasa kendiliğinden oluşan ve kendiliğinden işleyen bir sistem değildir. Merkez bankaları (MB) tam da bu bağlamda yani ekonomi ile siyaset, piyasa ile devlet arasındaki ilişkiler bağlamında çok önemli bir yere sahiptirler. MB’nın işlevlerine bir göz atalım: kapitalist toplumsal ilişkiler içinde merkezi bir yere sahip olan kredi ilişkisinin gelişkin bir duruma gelmesi, sermaye birikim sürecinde ortaya çıkan özel zararların toplumsallaştırılması sürecinde yer almak, esas olarak istikrarsız olan ve içsel olarak kriz eğilimlerini içinde barındıran kapitalist sistemin yönetilmesi açısından işlev görmek. Bu bağlamda MB, paranın satın alma gücü yitimine yol açan enflasyonist ortamda paranın satın alma gücü kazancına yol açan deflasyonist politikalar ile, deflasyonist ortamda enflasyonist politikalar ile piyasaya sözde dışarıdan müdahale eder. Bu işlev, devlet ile piyasanın kapitalizmdeki ilişkisine işaret ediyor!
Gelelim MB bağımsızlığına. Paranın siyasal yönetimini öngören Keynesgil yaklaşıma karşı ortaya kural temelli yaklaşım (KTY) çıkmıştır. KTY’ın ortaya çıktığı 1970’lerdeki en önemli sorun olan enflasyonun düşürülmesi işlevi doğal olarak öne çıkmıştır. KTY’ın para politikalarında esneklik olanağı sağlamadığı eleştirileri, özellikle 1980’lerde erken kapitalistleşmiş ülkelerde deflasyonist tehlike ortaya çıkınca yoğunlaşmıştır. Bu sefer de MB’nın güvenilirliğini vurgulayan yaklaşımlar öne çıkmıştır. Giderek bu iki yaklaşımın sentezi olarak, enflasyon hedeflemesi yaklaşımı (EHY) ortaya çıkmıştır. Genelde bakıldığında temel konu, enflasyon ile MB bağımsızlığı arasındaki ters yönlü ilişki nedeniyle para politikasının siyasetçilere bırakılmaması savı olmuş, tabii ki nafile çaba!
MB bağımsızlığına, kapitalist toplumsal ilişkilere içkin bir çelişki olan parasal kısıtın inşası zorunluluğu üzerinden bakalım. Parasal kısıt, özel emeğin toplumsallaşmasının ancak para ile olanaklı olmasından türemektedir. Para bir yanıyla, özel emeğin toplumsal emek haline gelmesini sağlarken, diğer yandan da emek gücü üzerindeki denetimin bir aracı olarak işlev görmektedir. Sermaye birikim sürecinde muhtelif istikrarsızlık kaynakları söz konusudur. Diğer yandan, uluslararası paranın disipline edici işlevi, parasal alanda ‘bağımsız MB’ ile sağlanmaktadır. MB bağımsızlaşması çabalarını, kapitalizme ait yapısal özellik olan ve siyasal bir süreç olan parasal kısıt ve ekonomik koşullar kapsamında uluslararası paradaki istikrarsızlık durumları nedeniyle ortaya çıkarılan bir unsur olarak görmek olanaklıdır. Bu işlev, MB’nı tam da sınıf mücadelelerinin göbeğine oturtmaktadır, hem ülke içinde hem de uluslararası bağlamda! Örneğin, MB’nın belirlediği ve etkilediği faiz oranının, sermayeler arası bir mücadeleyi ifade ettiğini bir kez daha yineleyelim. MB’nın enflasyon hedeflemesi, emek ile sermaye arasında ücret pazarlıkları bağlamında bir unsur olma işlevi görmektedir. Uluslararası mal-hizmet-para ticaretlerinde farklı sermaye çevreleri arasındaki ilişkinin kurulması bağlamında döviz kurlarının belirlenmesi MB’nca yapılırken yine bir bölüşüm işlevi görülmektedir.
Uzun sözün kısası, MB bağımsızlığı teknik ve siyaset dışı değildir. Tam da tersine, finansal piyasalar üzerinden hükümetleri ve toplumları tasarımlama işlevi gören bir silahtır. Bu arada hükümetlerin de sorumluluklarını üstlerinden atmasına olanak sağlaması işlevi de yanında cabası! Ya T.C. Merkez Bankası tarihinde nasıl olmuş ve olmakta?
Merkez bankası (MB) bağımsızlığı meselesinin uluslararası yatırımcıyı tedirgin ettiği ve bunun da piyasalara yansıdığı söylenegelir ya! Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) bir bakalım. TCMB’nın kurulduğu 1930’dan (sermaye birikimi sürecinin ulusal dönüşümünün sağlandığı) 1950’lerin ortasına dek olan dönemde TCMB ile hükümet arasındaki ilişkiler görece mesafeli. 1950’lerin ortaları - 2000’li yılların başı arasındaki dönemde ise kamu finansmanı TCMB kaynaklarından yapılıyor (1980’lerin ortasına dek doğrudan, daha sonra dolaylı olarak). TCMB’nın yeni bir banka olarak kurulması, kapitalist sermaye birikim süreci için parasal bir ekonominin yaratılması gereği bağlamında siyasal iradenin rolünü vurguluyor. TCMB’na kuruluş yasasında, paranın zaman değerini (iskonto oranını) belirleme, para piyasasının ve para dolaşımını düzene koyma, hükümetle birlikte Türk parasının istikrarına yönelik bütün önlemleri alma görevleri verilmiştir. TCMB ile getirilen düzenin çeşitli kesimlerin (hükümet, yerli ve yabancı sermaye) isteklerinin uzlaşmacı bir sentezi olduğu görünüyor.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde (ulusal paranın inşası dönemi) ‘denk bütçe ve sağlam para’ düşüncesi, TCMB’na da yön vermiştir. 1970’de TCMB yasasındaki değişiklikle hazinenin payı % 51’in üstüne çıkarılmıştır. 1980’lerdeki ticari serbestleşme dönemi ve 1990’lardaki finansal serbestleşme dönemi sürecinde sermaye kesimlerimiz, uluslararası sermaye döngülerine eklemleniverdiler. 2000’li yıllarda krizlerin devletin müdahaleleri nedeniyle ortaya çıktığı, o nedenle aslında piyasa başarısızlığı denilen şeyin bir devlet başarısızlığı olduğu söylemi geliştirilmiş, ekonomiye yapılan siyasal karışmaların enazlanması önerilmiştir. IMF Türkiye’yi daha kolay yönlendirebilmek için TCMB’nın parasal istikrar göreviyle ilgili para kurulu düzenlemesi de önermiştir. Giderek siyaset ile ekonomiyi birbirinden ayırma biçiminde bir düşünce oluşturuldu. 2001 bunalımının ardından Kemal Derviş’in ünlü 15 günde 15 yasa paketiyle (4651 sayılı yasa) TCMB’nın siyasi iktidardan sözde bağımsızlaştırılması sağlanmıştır. Aslında yasal hazırlıklar TCMB’nda önceden yapılmış! 2003’den beri gerek AKP cephesinde gerekse iş dünyasında faiz oranı üzerine tartışmalar bitmeden süregelmektedir. Salt faiz oranı değil, döviz kuru ile farklı kesimlerin zıt beklentileri de ortalıkta uçuşmuştur. TCMB, 2001 sonrasında esasen yüksek faiz-düşük kur uygulamasını temel almıştır. Böylece hükümet, ülkeye çekilen döviz girişleri ile cari açığı kapatma olanağı sağlamış olurken, döviz kurları düşüklüğü ve giderek ithal malların ucuzluğu üzerinden dış girdiye bağımlı ülkemizin enflasyonunu da denetleyebilmiştir. Sermaye sahiplerinden kimileri kazanırken, yerel para biriminden girdi ile çalışıp döviz cinsinden satış yapanlar yitime uğradılar. Haksız rekabetten olumsuz etkilenen tekstil gibi sermaye kesimleri, işçiler üzerindeki ücretlerin düşürülmesi, emeği teknolojiyle değiştirme, kayıtdışılaşma, esnek işgücü kullanımı, yasadışı çocuk emeği kullanımı vb. baskıları arttırmaya yöneldiler.
Günümüzde ise ne TL.deki faiz ve enflasyon istikrarını ne de döviz kurlarındaki istikrarı sağlayabilir durumda. Tarzan zor durumda yani. Ülke (özel şirketiyle, bireyleriyle) borçlular hapishanesine çevrilmiş durumdayken TCMB ne yapabilir ki? Ülke ekonomisi çift paralı (TL ve USD) ve daha çok da dolarize hale geldiyse hangi araç çalışır?
AKP ve nurjuvazi ve dümen suyuna girmiş burjuvazi krizin faturasını ödemede 3 P ilkesini çalıştırmaya niyetli: People Pays Principle (Halk Öder İlkesi)!
Emekçiler proletaryasıyla, prekaryasıyla önlemek için buna karşı koymak için aynı AKP gibi A, B ve C planlarını yapıp yaşama geçirmeliler!
Sonuç : Ekonomi ve siyasetin ayrılması düşüncesi ve TCMB’nın bağımsızlığı sözleri, finansallaşan kapitalizmde laf salatasıdır. Bir de merkez bankalarının bağlı olduğu Bank of International Settlements (BIS) yani 60 ülkenin (TCMB dahil) MB’larının eşgüdümünü yapan Uluslararası Ödemeler Bankası da uluslararası sermaye elitlerinin çıkarları doğrultusunda mı çalışır? Elbette!
Okumalık öneri: Ümit Akçay, Para,Banka,Devlet Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği, SAV Yayınları.
(*): Yeni ekonomi modeli konusunda izleyebilirsiniz: