Cumhuriyet’i anlamak…

Levent Uğurlu

Yaşadığımız coğrafyayı uzun uzun anlatmaya gerek yok. Dolayısıyla ülkemizin çevresi ateş çemberiyken sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik boyutlarıyla sıfırdan bir devlet inşa etmenin bu coğrafyada ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu da uzun uzun anlatmaya gerek yok… Dolayısıyla böyle zor bir coğrafyada ülkeyi 100 yıl yaşatabilmenin zorluklarını da uzun uzun ifadeye etmeye gerek yok… Dolayısıyla coğrafyanın ve tarihsel koşulların çetinliği ortadayken wordpress tabanlı dandik web sitelerden, paçavra gazetelerden Cumhuriyet’e kafamıza göre yeni misyonlar biçme kolaycılığına kaçmaya da gerek yok…  
***
Anadolu’da şalvarıyla sırtında ot balyası taşıyan bir teyze de…  Traktörüyle tarlaya giden kasketli bir amca da… Hastasını muayene eden genç bir doktor da… Kürsü de ders anlatan bir profesör de… Kulede 12-2 nöbetini tutan bir asker de… Bu basit satırları ifade eden bir köşe yazarı da en mütevazı şekliyle tek bir cümle kurdu Cumhuriyet’in 98. yılında…  Yaşasın Cumhuriyet!
***
Neydi 100 yıl bir arada tutan şey hepimizi? Bir İstiklal Marşı okunurken 500 metre ötede yürüyen bir kişinin olduğu yerde saygı duruşunda bulunmasındaki motivasyon neydi? Her türlü kara propagandaya rağmen milli bayramlarda meydanların, caddelerin hınca hınç dolmasındaki etken neydi? Kılık kıyafetten alfabeye, bilimden kültür sanata, seçme seçilme hakkından kadın haklarına kadar yapılan kökten değişikliklere toplumun bu kadar kolay adapte olmasındaki neden neydi? Selanikli fakir, yetim bir çocuk toplumda devasa bir değişim ve dönüşümün mimarı nasıl olmuştu? 
***
Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında geçmektedir. Bir gün Mustafa Kemal Atatürk’e sorar: “Paşam Selanik’te doğup büyüdünüz. Hiç denize girmez miydiniz?” Paşa yanıt verir: “Aman çocuğum o zaman soyunup denize girmek ne demekti, nasıl bakarlardı insana…” 
Gençliğini doğru düzgün yaşayamayan, ülke koşulları gereği cepheden cepheye koşan, yüzmeyi bile ellisinden sonra öğrenen Selanikli bir yetimin toplumda nasıl bir toplumda yeniliğin ve değişimin mimarı olduğuna kafa yormak bizim aydınlarımızın hiçbir zaman işi olmadı. Böyle bir telakki görmedik ve görmemeye de devam edeceğiz anlaşılan… Wordpress tabanlı dandik sitelerden, operasyoncu ve tetikçi paçavra gazetelerden “fikir” diye bombalanan düşünceler, “elit ve seküler” diye başlayan o aptalca cümleler toplumda virüs gibi yayıldı. Atatürk ve onun düşünceleri “marjinal” olarak kodlanmış, sistemin dışına itilmiş birkaç aydının çırpınmasıyla anlatılabiliyor ya da hiç anlatılamıyor… Zaten istenen de buydu. İktidarı da muhalefeti de bu furyaya kolayca ayak uydurdu. Medya organlarına, yayınevlerine bakmanız kafi… Cumhuriyet’i demokratikleştireceğiz, Atatürkçülüğü dönüştüreceğiz diye bir ülkenin resmi ideolojisini “hödüklük” olarak tarihe geçirdiler. Ne liyakat kaldı ne bilim ne de aydınlanma… Ve uslanmıyorlar da… Zamanın bir numaralı iktidar yanlıları bu kez muhalefet tarafına geçince iktidara olan eleştirileri “Yeşil Kemalist” şeklinde propagandalara dönüşebiliyor… O bir türlü ileri atılım yapamayan, “demokratikleşmeyen Cumhuriyet” var ya işte onu kuran kişiyi, iradeyi anlamadan, tanımadan bu safsatalarla daha da geriye gitmeye devam edeceğiz… 29 Ekim en azından bunu anlamak için bir vesile olsun…
***
Falih Rıfkı, Çankaya kitabını şöyle bitirir. Ben de yazıyı onun cümleleriyle bitirmek istiyorum:
Atatürk henüz ‘’Gazi Mustafa Kemal Paşa’’ idi. Benden, ona dair bir kitap için önsöz istemişlerdi. Kitap çıkmadığı için önsöz de bende kalmıştır. Onu bugün bu fıkraların son sözü olarak sizlere sunuyorum:
‘’Gazi’nin hal tercümesi, yeni Türk devletinin tarihi demektir. Tarihimizi bilmek için, Gazi’yi öğrenmeliyiz. ‘’Gazi, yaratıcı bir enerji kaynağı... Yeryüzünde kara topraktan, yeşil ottan, taştan ve tuzlu sudan başka ne varsa, hepsi böyle yaratıcıların eseri değil midir? Hava, su ve toprağın içindeki büyük kuvvet esrarlarını onlar sezip buldukları ve maddeleştirdikleri gibi, insanın kanı, kemiği ve siniri içindeki kuvvet esrarlarını yine onların gözleri görür, kafaları bulur, karar ve fiilleri hakikatleştirir. Onlarsız aradığımızı bulamazdık. İstediğimize ulaşamazdık. Yaptığımızı yapamazdık. Gazi’yi bilmek insanın insanlığına vücut veren yaratıcılardan birinin hayat ve eserini öğrenmek demektir. ‘’İnsanlık ağacı bir Gazi yemişini vermek için, nesillerce, sayısız yaprak çürütür. Pek azımız Gazi gibi doğarız. Her-kes buharı, mikrobu ve elektriği keşfetmez: Fakat keşfetmiş olanların metotlarını öğrenmek, büyük buluşları ve yaradılışları tamamlamak ve faydalandırmak için lâzımdır. Gazi’nin eserlerini devam ettirecek olanlar, Gazi’nin başarma metotlarının neler olduğunu öğrenmelidirler. ‘’Bir hakikat nasıl karışık değilse, Gazi de sadedir. Uzaktan anlaşılması kolay görünür. Cazibe kanununun kendilerinden önce bulunmuş olmasına esef edenler az değildirler. Fakat ilk hayvanın yürümesinden de önce başlayan düşmek, o kadar basit sırrını söylemek için asırlarca değil, devirlerce ve çağlarca Newton’un aklını beklemiştir. ‘’Büyük eserlerde tesadüfün rolü pek az olduğu gibi, artık büyük eser yapılması imkânsızlaşacak bir zaman da olmayacaktır. Bizden sonra gelecek yaratıcılar henüz doğmadılar: Onların bütün şerefleri, şanları ve eserleri, her ne olacaksa, doğmuş ve doğacak olanlar için büyüklük fırsatları değil midir? “Gazi yeni Türkiye’yi çocukluğundan beri kendi benliğinin dibinde yaratmaya başlamıştı. Öyle bir zekâ gibi, öyle bir düşünüş ve duyuş kabiliyeti gibi, onun sabrı ve enerjisi olmadıkça ona benzeyemeyiz. ‘’Bir fıkrasından, bir hikâyesinden, bir yazı veya nutkundan hemen anladığımızı sandığımız Gazi, aradıkça yeni bir sır verir. Yaklaşılan bir dağ gibi büyür. Asıl onu elimizle tuttuğumuz zamandır ki artık tamamını hiç göremeyiz.