Geçtiğimiz hafta "hatırlatma sanatı" teması altında 1959-80 arasını bir aşk üçgeni etrafında işleyen Hatırla Sevgili dizisini ele almış, bu dizinin ve genel bağlamda tarihi dramaların insan hafızasına nasıl malzeme sağladığından dem vurmuştum. Bu hafta yakın tarihin biraz daha az yakın bir köşesine doğru giderek Elveda Rumeli dizisini konu ediniyorum.
Önceki örneklerimin aksine bu diziyi sonradan keşfetmedim. Baba tarafım, daha afilli bir tabirle “paternal familyam”, Rumeli göçmeni olduğundan, bu dizi dede evinde seyredilirdi. Hatta o döneme kadar pazar günü olarak belirlenmiş ziyaret rutinimizin takvimdeki yeri, bu dizinin yayınlandığı güne göre modifiye edilir oldu. Bizimkiler 1912 Balkan Harbinden sonra değil, Fuat Köprülü ve Tito’nun “centilmenlik antlaşması” icabı 1950'li yıllarda Üsküp’ten “serbest göç” etmişti. Yani ailemde Rumeli’yi hatırlayanlar vardı. Elbette onların hatırladıkları Yugoslav Makedonyası idi. Batılıların tabiriyle “Avrupa’daki Türkiye” yok olalı çok olmuştu.
Elveda Rumeli ise henüz Rumeli’ye elveda denmediği günlerde, 1890'larda, “hasta adam” Osmanlı İmparatorluğunun son demlerinde geçiyordu. Hikaye izleği Damdaki Kemancı müzikalinden adapte edilmişti.
Başrol Sütçü Ramiz karakteri Sütçü Tevye’den ilham alınmış olup, onun köylü sarkazmı olarak nitelendirilebilecek, ‘ilimsiz irfanını’ mükemmel şekilde yansıtıyordu. Ramiz, yaşadığı dünyanın sınırları içinde hem kendisine hem de ailesine maksimum saadeti sunabileceği bir arayışın içindedir. Tanrı ile ilişkisi, günümüz dünyasında yadırganacak ölçüde “arkadaş gibi”dir. Eşeğiyle onu vaktiyle bir Bulgardan aldığı için Bulgarca konuşur. Yine de bu onu tasasız yapmaz, çünkü fakir olmak bir yana, yıkılmakta olan bir imparatorluğun orta yerinde her gün köyler basılıp yakılırken bu imkansızdır. Ramiz’den öğrenilecek bir şey varsa, tasalara rağmen yaşamaktır.
Rumeli’nin kaybı, ülkemizde bugün halen atlatılamamış bir travmadır. Belki de erken cumhuriyetin Osmanlı mirasını reddetme refleksinin en mühim nedenlerindendir. Zira imparatorluk, kendisi için canını siper eden Mustafa Kemal ve çağdaşlarının anavatanını koruyamamıştır.
İşte o kaybedilen vatanı, Avrupa’daki Türkiye'yi bize hatırlatma teşebbüsü olan Elveda Rumeli, “nereden geldik?” sorusunu yer yer sen şakrak, yer yer hicran dolu eski günleri göstererek soran bir anlatıya sahiptir. Takdim ettiği, bugünün Türkiyesine epey uzak sayılabilecek, emperyal bir dünyadır. Hıristiyanlarla Müslümanlar yanyana yaşarlar ve fakat dizi, tozpembe bir renkler manzumesi sunmaz. Çatışmaları, kavgaları, ölümleri es geçmez. “Birlikte yaşama” fenomeninin zorluklarını da hatırlatır. Böylelikle “nereden geldik?” in ötesine geçerek, “neden geldik?” diye de sorma imkanı verir.
Nereden ve neden geldik? Bu soruları bir kere sorduktan sonra tarihle işimizi bitirmek çok zordur. Okudukça edinilen bilgiler ve bu bilgiler ışığında kurulan bağlantılar, çoğu zaman başka sorulara kapı aralayacak, insan kendini bir bulmacanın içinde bulacaktır. Ancak geçen hafta Kierkegaard’dan alıntıladığım, “hayatı geriye doğru anlama” macerası böyle bir şeydir. Son durağına gelmeye belki bir ömür yetmez. Ama zaten heyecanlı olan yolculuğun kendisidir.