Son zamanlarda neredeyse her gün Sylvie Vartan’ın “Le rêve américain” şarkısını dinliyorum. Şarkı 80'lerde piyasaya çıkmış ve 50'ler ve 60'larda genç olmuş Avrupalıların Amerikan kültürüne hayranlıkla dolu o kavak yelleri yıllarının nostaljisi olma işlevi taşıyor. Vartan şarkının bir yerinde bu ruya hakkında “On croyait qu'il ferait chanter nos lendemains“ (Yarınlarımızı şenlendirecegine inanıyorduk) diyerek o yılları hasretle -biraz da sükûtuhayalle- yâd ediyor.
O nostaljiyle yâd edilen 50'li yıllarda Amerika, İkinci Dünya Harbi’nin yıkımına Avrupa gibi uğramamış olmakla, epey müreffeh, ‘highway’lerinden Chevroletler ve Cadillacların, Lincolnlerin geçtiği bir masal diyarıydı. Hürriyet Anıtı ile Empire State ve daha nice gökdelen her sabah birbirlerine günaydın derlerdi. Caz barlarda Frank Sinatra, Dean Martin, Doris Day’ler şakır veya çalar, yeni trend Rock'n Roll ile gençler kendilerinden geçerdi. Şaraptan ziyade viski içilir, ama kültürü hâlâ birçoğumuzun elinden düşüremediği Coca Cola domine ederdi.
Bu masal diyarı o yıllarda yıkılmış imparatorlukların kalıntıları arasında geçmişle hesaplaşmaya, bir yandan da geleceğe el uzatmaya çalışan Türkiye ve Doğu Avrupa halkları için olduğu kadar, İkinci Dünya Savaşı’nın yükünün altında kendini toparlamaya çalışan Batı Avrupa halkları için de yabancı bir diyardı. O meşhur Route 66 uçsuz bucaksız, geleceğe uzanan bir ‘serhat’ idi.
Kültürel fenomenler bir yana, cebinde elli dolarla Ellis Adası’na inerek ve ‘çok çalışarak’ büyük bir şirketin patronu olma umudu da bu sihirli diyarda vardı sadece. Doğu zaten fakirdi, Batı görece zengindi ve 50'lerdeki ‘economic boom’ ile gitgide zenginleşen bir refah toplumuna evriliyordu. Ama orada da hâlâ sınıf farkının izleri görünüyor, geçmiş asrın burjuvazisi bir ölçüde yerini korurken refah devleti küçük burjuvanın boy atmasını çok da istemiyordu.
Tabii bu madalyonun öteki yüzünde Mad Men dizisinin jeneriğinde yer alan, o devasa gökdelenden yere çakılmaya yazgılı bir düşüş riski de vardı. Neticede bir insanın en hızlı zenginleşebileceği yer kumarhanedir, tersi de öyle. Ayrıca eski dünyanın zengin-fakir nice devletinin sunduğu, üst komşusu Kanada’da dahi gayet gelişmiş sayılabilecek, devlet tarafından sağlanan sağlık imkânları bu ülkede bulunmamakta olup, abartılı olsa da neredeyse ‘fakirsen öl’ denmekteydi insanlara. Son olarak silah satışının çok kolay olması, suçun -bilhassa taşrada- dizginlenmesinin önünde de bir engel teşkil etmekteydi ve bu son saydığım sorunlar, bugün de devam ediyor.
Bu sorunlar belki 70'lerdeki krizle, ama en çok da 2008’den beri derinleşerek, Amerika’yı bir ‘cazibe merkezi’ olmaktan gitgide uzaklaştırıyor. Sylvie Vartan’ın şarkısında kendi gençliğine dair ifade ettiği o nostalji, belki de günümüz Amerikalılarına Fransızlardan daha çok hitap ediyordur. Zira onlar -gerçi belki kendilerinin öyle çok da farkında olmadığı- bir kültürel hegemonyayı belki yavaş yavaş, ama hiç de azımsanamayacak bir ölçüde kaybediyorlar. Başka bir deyişle, insanlar Amerika’ya özenmeyi özlemeye başladı.