Cinayet Yapbozu

Pamir Şen

Geçtiğimiz hafta izlediğim iki film beni adaletin çalışma mekanizmasıyla ilgili düşünmeye sevk etti. Elbette bu düşüncenin derinlik dozajında son günlerde memleketin içine zerk olduğu durumun da etkisi var. O nedenle şu birkaç hafta filmler üzerinden giderek hukukun ve yasal sistemin çalışma mekanizmasını sorgulayan yazılar yazmak niyetindeyim. Bu hafta iki ‘anatomi’ üzerine yazıyorum.

İlk bahsedeceğim film geçen sene gösterime girdi ve festivallerde büyük beğeni elde edip Cannes’da Altın Palmiye dahil pek çok festivalde ödüller kazanmaya muvaffak oldu. Bir Düşüşün Anatomisi (2023), kocası pencereden düşerek ölen bir kadının, merhum zevcinin ‘faili’ olmakla itham edildiği bir hikayeyi anlatıyor. Filmde işin aslını bir türlü öğrenemiyoruz. Farklı senaryolar mahkemede iddia makamı (epey teatral havada bir savcı) ve müdafaa makamı, yani kadın ve avukatı tarafından savunuluyor. Neticede kadın aklanıyor ama seyircinin kafasında ‘acaba’ sorusunu bırakarak.

İkinci film epey eski. James Stewart’ın başrolünü oynadığı, Otto Preminger rejisinden çıkan Bir Cinayetin Anatomisi (1959) benzer bir konuya sahip. Bu sefer failin katil olduğu kesin. Mamafih avukat James Stewart’ın müvekkili, katlettiği adamın karısına tecavüz ettiğini iddia ediyor. Yine de bu adamın suçsuz bulunması için yeterli bir sebep sayılamaz olduğundan, müdafaa makamı adamın “karşı konulmaz bir dürtüye” (an irresistible impulse) kapıldığını, bir tür geçici delilik halinde olduğunu iddia ederek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Bu sefer mahkemeyi tiyatro sahnesine çeviren müdafaa avukatı, yani Stewart’ın oynadığı Paul Biegler karakteri. Neticede bu film de öbürü gibi ‘kaldı geriye cevapsız sorular’ diyerek bitiyor.

Her iki filmde de avukat, zanlının hakikaten suçlu olup olmamasıyla ilgilenmiyor. İşine bakıyor. Özellikle Stewart’ın karakteri paraya sıkışık ve asistanının maaşını ve faturalarını ödemek için bu riskli davayı kabul ediyor. Altından da harikulade biçimde kalkıyor. Seyirci olarak bize şu soru kalıyor: Adaletin gerçekten sağlanması hukuk sistemi için ne kadar önemli?

Bu soruya ‘hayır’ cevabı vermek bazı riskleri ihtiva ediyor. En önemlisi, masumiyet karinesine dayanan modern hukuk sisteminin ‘yetersiz’ olduğuna kanaat getirdiğimiz halde onun yerine neyi koyacağız? Daha ‘sert’ bir hukuk sistemi suçu önler gibi gözükse bile, masum insanların da kolayca okkanın altına gidebildiği bir sistem suçu daha çok teşvik etmez mi? Neticede Hammurabi kanunlarında bile hakikatin kendisinden ziyade, göstergeler baz alınarak verilen hükümler ve onların infaz edilmesi esası vardır. Ben bu noktada modern hukukun yanında duruyor ve yapılabilecek olanın en iyisinin bilimin tüm imkanlarını seferber ederek meselelerin elden geldiği kadar aydınlatılması olduğuna inanıyorum. Ateş yakacaksak insanları yakmak için değil, karanlığı dağıtmak için yakmalıyız.

Peki ya Hamlet’in de yakındığı gibi “kanunların bu kadar yavaş, yüzsüzlüğün bu kadar hızlı yürümesi” karşısında ‘ta burasına kadar gelen’ bir emekli mübaşir, yıllarca seyircisi olduğu adalet oyununda adalet dağıtıcı olarak rol almaya karar verirse… Onu da gelecek haftaya bırakalım