Deri değiştiren ülke

Pamir Şen

Cumhuriyetin yüz birinci yılını an itibariyle doldurmuş bulunuyoruz. Geçen sene bu köşeyi, cumhuriyet tarihinin bir bütün olarak okunmuyor olmasına yönelik bir serzenişle doldurmuştum. Bugün ise makineyi ileriye değil geriye sararak, tam da o serzenişte şikayet ettiğim şeyi yapıyor olabilirim.

Cumhuriyetle beraber ne değişmişti? Bu sorunun cevabı bulunduğunuz konuma göre değişir. Osmanlı hanedanı açısından bakarsak bu, Osman Gazi’den beri süregelen saltanat verasetinin sonu anlamına geliyordu. Mustafa Kemal için ise ‘hayalindeki Türkiye’nin inşası süreci daha yeni başlıyordu. Türkiye adı önceden de vardı ve Osmanlı okumuşları imparatorluklarının uluslararası adının Türkiye olduğunun pekala farkındaydılar. Ama bu ismin ‘Türkler’ tarafından benimsenmesi ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün oldu. Artık bir imparatorluğun bekası değil, bir anavatanın kurtarılması için yürütülen mücadele başarıya ulaştı ve ‘Yeni Türkiye’nin sınırları, Lozan Antlaşmasıyla tescillendi. Sıra yeni sayfayı doldurmaya gelmişti.

İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, daha 1926 gibi erken bir tarihte bu yeni sayfayı “Türkiye’nin deri değiştirmesi” olarak yorumlar. Ona göre Avrupa’nın hasta adamı ölmemiş, bir yılan misali derisini yenilemiştir ve hayatına devam etmektedir. Bu metafor pek çok açıdan isabetlidir. Kemalist Türkiye Osmanlı’dan devraldığı malzemeden “yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet” çıkarmayı amaç edinmiştir. Yeni deriye yeni kıyafetler dikilecek, yeni aksesuarlarla süslenecektir. Mümkünse her şey ‘yeni, yepyeni’ olacaktır. Zira rejimin kurucu kadrosu geriye baktığında (belki de eskinin biraz hakkını yemek pahasına) güzel bir şeyler görememektedir.

Bu Türkiye’nin ilk deri değiştirişi değildir. Esasen Türkiye’nin Türkiye oluşu bile bir deri değişiminin ürünüdür. Roma imparatorluğunun ikiye bölünmesi, Batı Roma’nın dağılmasıyla hayatta kalan Doğu Roma, ortaçağın ilerleyen zamanlarda Batı Avrupalılarca Graecia (Yunanistan) olarak anılmaya başladı. Malazgirt Muharebesiyle başlayıp Trabzon’un Fatih tarafından fethedilmesiyle nihayete eren süreç, Anadolu’nun Türkleşme -ve İslamlaşma- süreciydi. Önce Anadolu, sonra da Trakya ve Makedonya’nın lingua franca’sı Türkçe oldu. Tekfurların yerini beylerbeyleri aldı. Ayasofya camiye çevrildi. Graecia kademe kademe Turchia’ya dönüştü.

İkinci bir deri değiştirme, İkinci Mahmut’la başlayan Osmanlı modernleşmesinin sonucu olarak yaşandı. Şalvarın yerini pantolon, hilatın yerini redingot, sarığın yerini fes aldı. Önceden hakim millet olan Müslümanlar ve mahkum milletler (bir anlamda ikinci sınıf tebaa) olan gayrimüslimler arasındaki hiyerarşik ‘kadim nizam’ yerini ‘sadece ibadethanelerinde ayrıştıkları’, eşit vatandaşlık ilkesine dayanan Osmanlıcılık idealine bıraktı. Fethedenlerle fethedilenlerin kaynaşmasına dayanan bu siyasete rağmen ayrılıkçı isyanların devam etmesi, nihayet imparatorluğun darmaduman olduğu Birinci Dünya Savaşıyla ‘beraber yaşama’ fikrinin koca bir hayal olduğunun görülmesi doğrusu hala acı vericidir.

Umumi Harbin enkazının içinden doğan Milli Mücadelenin zaferle noktalanması, yeni bir derinin, Türklük derisinin giyilmesi anlamına geliyordu. Sadece kılık kıyafet, takvim ve alfabe değişmemişti. Osmanlı devri boyunca aramızda bulunan ‘fethedilenlerin torunları’ mübadeleyle Yunanistan’a gidecek, Türkiye ilk defa sadece 'salt çoğunluğu' değil, neredeyse tamamı Müslümanlardan oluşan bir ülkeye dönüşecekti. Belki biraz da bu durumu dengelemek için Atatürk tarafından cumhuriyetin belkemiğine yerleştirilen laiklik prensibi, yüz yıl sonra hala tartışılan, hala uğruna kavga edilen bir ‘mevzi’ olma özelliğini kazanacaktı.

Tüm bu meseleleriyle, öncesi uçsuz bucaksız bir geçmişe uzanan bir coğrafyada Türkiye olarak bin yıllık, cumhuriyet olarak yüz yıllık bir geçmişe sahibiz. Tüm bu tarihi lineer bir süreç değil de iç içe geçmiş, merkezinde şimdinin durduğu daireler olarak düşünecek olursak, yarıçapı en kısa olan, şimdinin tarihinin başlangıcı sayılabilecek cumhuriyetimizin yüz birinci yılı kutlu olsun.