Vaktiyle lise ve üniversitede amatör tiyatroyla iştigal ederken, hocalarımdan en çok duyduğum direktiflerden birisi, “durumu oyna!” olurdu. Bununla neyi kastettiklerini genelde açıklamazlardı. Belki de ezoterik bilgi misali, bir noktadan sonra oyuncuya gelecek bir aydınlanmanın beklenmesi gerektiğine inanıyorlardı veya ne anlama geldiğini kendileri de bilmiyorlardı. Her halükarda biz, sahnenin amatörleri olarak bu direktife uymaya, durumu oynamaya çalışırdık. Peki neydi o durum?
Neredeyse her hikaye özetle bir veya birden fazla karakterin kendini bir durumun içinde bulmasından, bu durumun onu birtakım nedenlerle zorlamasından, bir çatışma oluşmasından ve nihayetinde karakterin bu durumun üstesinden gelmesinden veya gelememesinden yani ona yenilmesinden ibarettir. Trajik kahramanlar genellikle duruma yenilirken, komedinin sıradan insanları ‘durumu tatlıya bağlamaya’ muvaffak olurlar.
“Durum komedisi”nden kastedilen de tam da bu ikincisidir. Shakespeare ve Moliere’in komedileri, Avrupa Yakası’nın bölümleri, Haldun Dormen’in sahneye koyduğu müzikaller, hemen hepsinde ortak özellik, yazarın karakterlerini seyircilerin umursayacağı durumlara sokmasıdır.
Buradan komedi ile gerilimin yakın veya uzak akrabalığı konusuna geçebiliriz. Durum komedisi deyince akla gelen bir ‘trop’u örnek alalım. Çantaların karışması. Bir çantada mücevher, öbür çantada önemli evraklar vardır ve karakterler bunların karışmasından ötürü zor duruma düşerler. İşin içine ‘ölüm riski’ girmediği sürece bu hikayeyi komedi sınıfına sokabiliriz. Ancak ortada bir silah varsa, ister duvara asılı olsun ister olmasın, gerilim janrının kapıları açılmış, seyirci özdeşleştiği karakterin hayatından endişelenmeye başlamış olur.
Hitchcock’u “gerilim ustası” yapan işte bu bahsi geçen durumları yaratma becerisidir. Örneğin Arka Pencere’ye bakalım. Ayağını kırdığı için eve kapanmak zorunda kalan bir fotoğrafçı muhabir (James Stewart), sıkıntıdan arka pencereden komşularını röntgenleyedururken, karşı komşusunun karısını öldürdüğünden şüphelenmeye başlar ve olaylar gelişir. Adamımızın hareket kabiliyeti olmaması, onu sevgilisi (Grace Kelly), bakıcısı ve iş arkadaşını yönlendirerek bu gizemi çözmeye çalışan bir tür orkestra şefi rolüne büründürür. Durum ve karakterin çatışması devamlı yenilenmekte, her zorlukta kahramanın beyni çözümler aramakta, seyirci de onunla beraber gerim gerim gerilmektedir.
Bir diğer iyi örnek önce 1962’de J. Lee Thompson, sonra da 1991’de Martin Scorsese tarafından çekilen Korku Burnu’dur. Burada hikayenin ana kahramanı olan avukat, vaktiyle bilerek hakkıyla savunmadığı bir tecavüzcünün salıverilmesinin ardından adam tarafından takip edilmektedir. Psikopat denebilecek kriminal zat, sadece adamı değil ailesini, bilhassa lise çağındaki kızını takip ederek, hatta onunla yakınlaşarak, ancak uzun süre hiçbir doğrudan eyleme girişmeyerek, kahramanın -ve elbette seyircinin- psikolojisini zorlamaktadır. Bir kez daha bir ‘Gordion düğümü’ çözmeye çalışan karakteri seyretmekteyizdir.
İyi bir hikaye durum kurgulamak ve karakteri olabildiğince onun içinde debelenecek noktaya getirmek ise, iyi oyunculuğun da buna uygun bir tanımını yapabiliriz. Günümüzde oyuncular -metot oyunculuğu ekolünün de etkisiyle- bir karakter yaratarak onunla bütün olmaya çok önem veriyor, duyguların hakkıyla canlandırılmasını belki her şeyin önüne koyuyorlar. Bu elbette hem oyuncunun kişisel ve profesyonel gelişimi, hem de seyircinin kahramanlarla özdeşleşmesi için önemli ve gereklidir. Ancak eski hocalarımın da dikkati her daim çekmeye çalıştığı gibi, bunu durumun içinde yapmak gerekir. Aksi takdirde oyuncu ile karakter özdeşleşecek diye, hikayenin seyirciye geçirilmesinden taviz verilmiş, oyuncu oyunun önüne geçmiş olur.
Durumun ıskalandığı bir anlatının sonucunda seyirciye vaat edilen, düğümün sonunda öyle ya da böyle çözülmesinden ötürü gelecek katarsis (arınma-rahatlama) hissinin geçirilmesi zorlaşır ve seyirci, sahnede sadece aksiyonlar görür. Oysa bir hikayede karakterin aksiyonları kadar, başına gelenlere verdiği reaksiyonlar da belirleyicidir. “Durumu oynamak” denilen şey belki tam da bu dengeyi yakalamaktır. Ancak bu şekilde seyirci salondan ‘aradığını bulmuş’ olarak çıkacaktır.