Geçen haftaki yazımda “mutlak monarşi” kavramını Muhteşem Yüzyıl üzerinden ele almış, XVI. yüzyılda en azından resmiyette her şeye kadir taç ve taht mefhumlarına eğilmiştim. Bu hafta zaman makinesini XX. yüzyıla ayarlayarak, yakın tarihe dönüyorum.
Günümüzde mutlak monarşi, belki Suudi Arabistan gibi bazı örneklerle hala var olan bir rejim olsa da, çok önemsediğimiz “demokrasi” kriterlerine pek uygun bir yönetim imajı çizmiyor. Monarşinin “meşruti” yani şarta bağlanmış hali ise İngiltere bir yana Hollanda, İsveç, İspanya gibi ülkelerde hâlen varlığını sürdüren bir rejim türü. Bu rejimde monark, devlet reisi statüsünü korusa ve onu verasetle sonraki nesle aktarsa da, devletin yönetimi parlamentoya ve onun içinden çıkan hükûmete bırakılır.
Diğer örnekler bir yana, Birleşik Krallık'taki monarşi en medyatik ve meşhur olandır diyebiliriz. Bunun ardında belki de her nesilden bir hanedan mensubunun “asil kanına” yakışmayacak skandallara imza atması olabilir. Tabii Britanya’nın diğer monarşilerden hâlâ daha dominant bir ülke olması da etkilidir.
2016-2023 yılları arasında Netflix’te yayınlanan The Crown, ki Türkçe'ye çevrilecekse kuru kuru “Taç” diye değil, İngilizce’de “Royal”e karşılık gelecek “Hümâyun” diye çevrilmesi daha yerinde olur, bu meşruti monarşinin yakın zamanda dünya değiştiren kraliçesi II. Elizabeth’in hayatına odaklanmakta, kraliyet ailesinin XX. yüzyılla imtihanını sahnelemektedir.
Nasıl ki Muhteşem Yüzyıl’da hükümdarın otoritesinin sınırsızlığı izlediysek, burada da o gücün neredeyse hiçbir şey yapmamakla sınırlanmış olma halini izleriz. Kraliçe sadece Britanya’nın değil, bir zamanlar İngiliz imparatorluğunu tesis eden, bugün Commonwealth ülkeleri olarak bilinen, Kanada ve Avustralya dahil nice memleketin devlet reisidir. Ancak hiçbirinin içişlerine el atabilmek söyle dursun, kendi başbakanını dahi atayamamakta, her seçimden sonra -eli mahkum- birinci gelen partinin başkanını “majestelerinin hükûmetini” kurmakla vazifelendirmektedir.
Bu durum zaten İngiltere’de demokrasinin doğumu sayılabilecek 1688-89 “The Glorious Revolution”dan beri böyledir. Ancak yirminci yüzyılda monarşi, siyasi güç kaybından daha fazlasını yaşamaktadır: değişen dünyaya adapte olmak, “modern” bir monarşi olmayı başarmak. Kralın veya kraliçenin “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” kabul edildiği bir sistem nasıl olur da modern olabilir sorusunun sancılı cevabını altı sezon boyunca izleriz.
Kraliçe Elizabeth kendinden öncekilerin tecrübe etmediği bir dünyayı yaşamaktadır. Taç giyme töreni televizyonlardan verilir. Aralık aylarında BBC’ye çıkarak “tebaasının” noelini kutlar. İngiliz kilisesinin katiyen yasakladığı boşanma ve daha beteri yeniden evlenme fiiline çocukları için cevaz vermek zorunda kalır. Dahası gelini Prenses Diana, ondan ve varisi Charles’tan daha popüler olmak bir yana, yaşarken de ölürken de hanedanı uyku kaçırıcı skandallarla meşgul eder. Halkın merhumeye sevgisi öyle büyüktür ki, Kraliçe protokole aykırı şekilde Buckingham sarayında “eski” gelinini anma konuşması yapar.
Elizabeth’in tahta geçtiği 1952 yılından dizinin bittiği 2005’e kadar hem dünya, hem de İngiltere epey değişmiştir. Kraliçe bu süreçte değişimden münezzeh kalamaz. Yaşlanır, ülkedeki ve dünyadaki konumunu tekrar tekrar sorgular. Yine de bugün dünyada çok az ailenin besleyebildiği kadim “hümâ” kuşuna gözü gibi bakar. Tüm bu süreci takip edince hümâyundan nasibini alamamış biz sıradan vatandaşlar, en azından şu soruyu sorabiliriz. Fermanı kanun olan fakat geceleri deliksiz uyuması pek mümkün olmayan eskinin mutlak monarkları mı, meclisten çıkan kanunu ferman formatında yazarak vazifesini yapan günümüzün meşruti monarkları mı daha zor bir imtihandan geçmektedir?