Geçenlerde bir kez daha Engin Altan Düzyatan’ın üzerine yapışan “Ertuğrul” rolüyle ilgili bir sosyal medya paylaşımı gördüm. Düzyatan’ın İngiltere’de çocuklarını oranın kültürüne göre yetiştirmesini yadırgayan (ki kendisinin cidden Ingiltere’de yaşadığına dair bir delil edinebilmiş değilim), belli ki sadık bir Diriliş seyircisi, bu durumdan yaşadığı hayal kırıklığını beyan ederken, yoruma yorum yapan zat da ‘adı üstünde Ertuğrul’u oynuyordu’ mealinde bir cevap veriyordu.
Haberin sahihliği bir yana, işin geçmişine biraz gitmekte yarar var. Zira daha önce de benzer haber ve yorumlara rastgelmiştim. Muhteşem Yüzyıl geniş kitlelerce izlenip reyting rekorları kırsa da, halkın bilhassa mukaddesatçı kesimi tarafından benimsenmemiş, Sultan Süleyman’ın güya haremde zevküsefaya dalmış bir padişah olarak resmedildiği iddia edilmişti. Bunun üzerine İslami kesimin ‘gustosuna’ uygun Osmanlı dizileri üretme işi adeta bir kamu hizmeti misali TRT tarafından üstlenildi ve Diriliş Ertuğrul ve Payitaht Abdülhamid gibi tabiricaizse ‘helal sertifikalı’ Osmanlı dizileri meydana çıktı.
Bu diziler mezkur kitlenin görece daha hamasi ve din vurgulu tarih anlatısı talebini karşıladı ve yine geniş kitleler tarafından takip edildi. Ancak projelerin içeriğindeki ton epey farklı olsa da, bu oyuncuların ne oynadıkları karakterlerin temsil ettiği ne de seyircilerin bu kahramanlardan beklediği hayat tarzına sahip olduğu anlamına gelmiyordu. Esasında tüm bu oyuncular aynı ‘yüksek sosyete’nin mensuplarıydı ve sosyal hayatları öbür sözde 'dejenere' dizilerin oyuncularınınkinden farklı değildi.
Eskiden olsa belki magazin programı seyretmeyen, haftasonu gazetelerine iltifat etmeyenler, bu kimselerin gündelik hayatlarını görmeme şansına sahip olurdu. Ama sosyal medya işi değiştirdi ve ekranların sultanlarının gündelik hayatları, biz fanilere kaçınılmaz biçimde görünür oldu. Yukarıda bahsettiğim hayal kırıklığı, işte bu fenomenin sonuçlarından bir oldu.
Elbette burada Türk seyircisinin ve bu dizileri takip eden yabancı seyircilerin ekranla gerçek arasındaki çizgiyi çekmedeki kanımca kabiliyetsizlikten ziyade isteksizlikleri rol oynuyor. Gerçek Ertuğrul, dizideki Ertuğrul ve Engin Altan Düzyatan, üçü de farklı kişiler ve birbirleriyle uyum içinde olmak zorunda değiller. Elbette bir tarihi karakterin eldeki verilere olabildiğince yakın resmedilmesi projedeki özeni gösterir, ama zaruri de değildir. Oyuncunun hususi hayatında oynadığı role 'layık olmasını' beklemekse -ister Abdülhamit'i, ister Atatürk'ü, ister Napolyon'u oynuyor olsun- sadece abesle iştigaldir. Ama bahsini ettiğim seyirci davranışı, bu aktörleri bir anlamda oynadıkları role ve onun tarihteki rolünün seyirci tarafından algılanışına zincirli hale getiriyor.
Burada ister istemez aklıma Terry Gilliam’ın çektiği Don Kişot’u Öldüren Adam filmi geliyor. Burada Adam Driver’ın oynadığı reklam yönetmeni kahramanımız, gençliğinde Don Kişot temalı bir öğrenci filmi çektiği İspanyol kasabasına bu sefer bir reklam filmi çekmeye geldiğinde, vaktiyle Kişot’u oynattığı ihtiyarın kendisini rolüne hala kaptırmış olduğunu keşfeder ve istemeden kendini onun Sanço’su olarak bulur. Kurmacanın gerçeği ele geçirdiği bir evrendeyizdir adeta. İşte Düzyatan ve Bülent İnal gibi oyuncular da bir bakıma ekmek parası uğruna kendilerini bir milletin tarih üzerinden yürüttüğü bitmek tükenmek bilmez birbirini yeme yarışının ortasında buldular desek yeridir.