Türk edebiyatı dersleri çoğu öğrenci için işkence kaynağıdır. Yüzyılımızda memleketin neredeyse tamamı okuryazar olduğu halde bir zamanlar çok küçük bir zümreye mahsus olan bu özellik, daha ziyade tabela okumak, alışveriş listesi yapmak, indirim takip etmek, belki biraz da magazin başlığı taramak için kullanılmaktadır. Okumaya düşkün insanlar Güzel ve Çirkin’deki (1991) Belle kadar ‘garip’ karşılanırken, hasbelkader elinden birkaç kitap geçmiş bireyler de hele ergenliklerinin zirvesindeyken çoğunu anlamadıkları Divan Edebiyatını okumak istemezler.
Buna rağmen pek çok insan belki edebiyatın kendisini yukarıdaki nedenlerden onun adıyla özdeşleştirdikleri Fuzûlî’yi ismen bilir. Doğrusu Fuzûlî, Türkler için İtalyan edebiyatında Dante ne ise odur. Ders sahnesinin popüler yıldızıdır. Divan edebiyatı denince tipi çok bilinmese de insanların gözünde, muhtemelen sakallı-sarıklı bir şair olarak canlanır. “Selam verdim rüşvet değildir deyü almadılar” repliğiyle tanınır. Upuzun şikayetnamesinden hafızalarda sadece bu kamyon arkası yazısı kalmıştır, yazılı kültürde çok daha fazlası yaşıyor olsa da.
Fuzûlî’nin hikayesini lise edebiyat dersinden hayal meyal hatırlıyorum. Özetle şairimiz, padişahın kendisine bağışladığı günlük dokuz akçelik ödeneği memurlar iç ettiği için alamaz. O da derdini mısralara döker. Karşımızda Çehov öyküsüne benzer bir durum vardır. Bir karakterin bürokrasiyle başı derttedir. Yolu elbet bir ara devlet dairesinden geçmiş herkes onun halinden gayet anlar. Ama hikaye burada kesilir. Öncesine dair de çok şey bilmeyiz zaten. Upuzun bir varyetenin içindeki bir skeç gibidir “Şikayetname”. Muhayyilesi kuvvetli bir öğrenci iseniz, sonuna bir de şarkı-dans ekleyerek hikayeyi kendiniz için daha eğlenceli hale getirebilirsiniz. Ama sınav sorusu o şarkılardan gelmeyecektir. Dikkati elden bırakmamakta yarar var.
Peki bu skecin arka planında ne var? Bunun için Halil İnalcık’ın Şair ve Patron kitabı ve Abdülkadir Karahan’ın İslam Ansiklopedisi’ne yazdığı biyografi, epey ufuk açıcıdır. Kahramanımız, tarihin kendisine iyi davranmadıklarındandı. Akkoyunlu hükümdarlığı altındaki Kerbela’da Türkmen bir ailede doğmuş, Bağdat’ta belli bir şöhret yakalamış, 1508’de anavatanı Safeviler tarafından ele geçirilmişti. 1534’te bu sefer Osmanlılar gelecekti.
İnalcık bu devirde aynı Avrupa’da olduğu gibi İslam dünyasında da sanatın ‘büyük adamların’ patronajı sayesinde olabildiğini anlatır. Tanrı’nın ‘devlet bahşettiği’ padişah ve onun makam bahşettiği paşalar, bazı ulema ve devletin önde gelen bürokratları bu patronaj ağında patron yani hâmî rolünü üstlenmekteydiler. Benzer bir düzeni o devirde tarihe karışmış, ama kültürel etkileri devam eden Timurlu devleti ve Osmanlı’nın Şark dünyasındaki rakibi Safeviler için de söyleyebiliriz.
Ortak olan sadece patronajın varlığı değildi. Osmanlı balkanlarından Orta Asya’ya, güneyde Mısır’a kadar uzanan koca bir İslam ekümeni içinde, Fars şiirinden hayli mülhem Türkçe-Arapça-Farsça bir edebiyat, benzer kurallar içinde icra edilmekteydi. Semerkant’ta doğmuş bir şair, yolu İstanbul’a düşüp de padişahın meclisinde zat-ı şahânenin veya bir paşanın gözüne girebildiği takdirde, ‘gurbette’ olmanın dezavantajı olmayacaktı. Zira halk kültürünün aksine yüksek kültür, hem dil hem de üslup olarak bu geniş coğrafyada ortak bir ‘gusto’yu barındırmaktaydı. Fuzûlî de önce Safevi, sonra 1534’te Osmanlı hakimiyetine giren Bağdat’ta halihazırda tanınan bir şair olarak çok yükselebilirdi.
Çağdaşı şair Bâki, Sultan Süleyman’ın gözüne girerek ulemada öylesine yükselecekti ki şeyhülislam olmasına diğer alimler engel olacak, padişah ölünce de onu safdışı edeceklerdi. Fuzûlî’nin mektuplar yazarak patronajını istediği Nişancı Celalzâde Mustafa, kalemiyle bir servet kazanmıştı. Fuzûlî Süleyman’dan istediği lütfu bulmak için çok çabalamış, oğlu Şehzade Bayezit’le mektuplaşarak geleceğin padişah adayından da medet ummuş, Celalzâde’nin bir ihtimal kendisine aracı olacağını ümit etmiş, tüm beklentileri boşa çıkmıştı. Padişah ona sadece dokuz akçe gibi asgari bir rakamı reva gördü, onu da -sonunda alacak olsa da- vermemek için memurlar bin dereden su getirdiler.
“Selam verdim rüşvet değildir deyü almadılar” dizeleri işte böyle bir ruh halinin sonucu olarak ortaya çıktı. Fuzûlî, yetenekleri kendi zamanında bile takdir edilen bir şairdi. Böylesine ‘mağdur edilmesi’ ilginç olduğu gibi, kimileri bunu onun Şii olmasına yormaktadır ki doğrusu şairin mezhebi tartışma konusudur. Sünni olduğunu iddia edenler de vardır. Ancak her halükarda Fuzûlî, belki de mezhebinin etkisiyle Osmanlı ‘network’ü içinde bir hâmî bulamadı. Rum diyarına (Anadolu), Hindistan’a ve Tebriz’e gitmeyi hayal etti ama ömrü Kerbela ve Bağdat çevresinde geçti ve ilkinde 1556’da vebadan vefat etti. Ardından “geçti Fuzûlî” diye tarih düşüldü.
Kaynaklar ve Tavsiyeler
Abdülkadir Karahan, "Fuzûlî", TDV İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, 1996.
Halil İnalcık, Şair ve Patron, Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme. Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2003.