Clint Eastwood’un iki filmi Atalarımızın Bayrakları ve Iwo Jima’dan Mektuplar, II. Dünya Savaşı’ndaki Iwo Jima’nın düşmesi hikayesini önce Amerikalı fatihler, sonra da Japon mağlupların gözünden anlatmakta, belki ikisinin toplamından çok daha büyük bir hikayeyi seyirciye sunarak hem boşlukları kendi doldurmaya, hem de savaş ve onun tarihinin yazılması, anlatılması üzerine yeniden düşünmeye teşvik etmektedir.
Tarih savaştan ibaret olmasa da, savaşların tarih içinde hep önemli bir yeri olmuştur. Bunun bir sebebi halklara hamaset aşılarken, kurmaylara geçmişin tecrübelerini aktararak kendi taktik ve stratejilerini belirlerken rehber olmaktır. Ama savaş tarihi buna indirgenemez. Savaş demek birbirini öldürmek için bir araya gelmiş insanların hikayesi demektir. Her savaşta en az iki taraf vardır. Yani hikayenin en azından iki tane ‘milli’ versiyonu vardır.
Bazı savaşlarda taraflar da kendi içlerinde ayrılır. Mesela Çanakkale muharebelerinde İttifak cephesi yani ‘bizim taraf’, Osmanlı subayları ve Alman subayları olarak iki ayrı hikaye sunabilir. Bu cephenin anlamı iki grup için farklıydı. Almanlar için bir strateji meselesi, Türkler için ise ‘ölüm-kalım’ mücadelesiydi. ‘Düşmanlar’ için de durum farklı değildir. İngiliz subaylar için Çanakkale’yi geçmek, Rusya’yı savaşta tutmak için gereken kapsamlı bir projenin parçası iken, Anzak askerlerinin önünde ölmek veya uzaklardaki ülkelerine dönmek vardır.
Böyle bakınca bir muharebe gecesinin nice farklı hayatın ölüm tarafından kesiştirildiği bir kaos sahnesi olduğunu düşünebiliriz. Neticede bir şarapnel sadece bir şarapneldir. Ama saplandığı kalp, kaba et veya köstekli saat, çok şeyi değiştirebilir.
Tarih sadece savaşlardan ibaret değildir elbette. Ama savaş, ölüm ve kalımın arasındaki çizginin incelerek insanların hem en vahşi duygularının, hem de korkularının, bir yandan harita başında hazırlanan stratejilerin sahnelendiği, anlatmaya değer olayların yaşandığı bir arenadır.
Ama tek bir tarafın hikayesine bağlı kalmak, savaşı salt zafer ve yenilgi ikilemine indirir. Oysa savaş bunlardan çok daha fazlasıdır. İstanbul kuşatılırken Bizans’a yardıma gelen üç gemi, Sultan Mehmet’e, Konstantin’e, daha nice Bizans, Latin ve Osmanlı asker ve siviline, kısaca o sahneyi izleyen binlerin her birine farklı şeyler ifade ediyordu. Aynı şekilde İkinci Viyana Muhasarası esnasında tepelerde beliren kanatlı Leh ordusunun bir taraf için nasıl bir ‘umut verici’ bir taraf için ise ‘bozgun’ demek olduğunu anlamazsak, tarihi kullanarak geçmişe yolculuk yapmanın büyüsünden çok az bir hisse almış oluruz.
Her savaşın ‘en az’ iki hikayesi vardır. Ama aslında çok daha fazla hikaye vardır. Orada olan herkesin yaşanmışlığı birbirinden farklıdır. Anlatacak kadar yaşayanlar, görmemiş olanlara, onlar sonraki nesillere naklederler. Tüm bu anlatılar yığının içinden modern insan, hikayeyi yeniden ve yeniden kurgular, yeni setlerde binbir defa oynar. Tarih sadece yaşanmış hayat değil, hatırlatmak suretiyle tekrar ve tekrar yaşanmakta olan hayattır.