İki önceki yazımda tarihin sorusu meselesini ele almış ve Zachary M. Schrag ’in fikirlerini de tabiricaizse altlık yaparak tarihçinin, kendisi, kullandığı materyal ve hedeflediği okur veya seyirci/dinleyici faktörlerinin üçünü de hesaba katarak ürettiği materyali şekillendirmekte önünde ne gibi yollar bulunduğunu tartışmıştım. Mezkûr yazar tarihi “insanların tercihlerinin incelenmesi” olarak tanımladığında göre, tarihçinin eserini yazma süreci de tarihin bir parçası olarak görülebilir ve bu durumda tarihçi de birtakım tercihler yaparak eserini meydana getirerek bu büyük tiyatroda bir rol üstlenmiş olur.
Peki ama tarihçi hangi soruları sorar? Elbette bu kişiden kişiye değişebilecek bir durumdur. Ama hem kendimin sıkça sormaktan geri duramadığım, hem de okuduğum pek çok tarih materyalinde görebildiğim sorulardan biri “Her şey nasıl böyle oldu?” sorusudur. Nasıl oldu da avcı-toplayıcılardan bugüne geldik? Bugün gündemimizde olan meseleler ne zamandır gündemimizde? İlk taşı kim atmıştı? O taşı atan gerçekten günahsız mıydı? diye gidebilecek sorularla tarih, birincil ve ikincil kaynaklar ve tarihçi arasında bitmek bilmez bir diyalog, hatta bir tür çatışma haline dönüşebilir. Spesifik bir olayı ele alan bir mikro-tarih çalışmasından tutun da kapsamlı bir dünya tarihine kadar pek çok tarih çalışmasında aynı çatışmayı izlemek mümkündür.
Örneğin çok basit bir lise tarih dersini ele alalım. Türkiye’deki tarih derslerinde ucundan da olsa işlenen bir konu Avrupa’nın nasıl bugünkü konumuna geldiğidir. Başlangıçta Roma vardı. Bu imparatorluk Avrupa’nın önemli bir kısmına, Anadolu ve Ortadoğu’nun mühim bir kısmına hakimdi. Ortak bir lisan (Latince), ortak para birimi ve hepsi Roma’ya çıkan yolları vardı. Sonra Kavimler Göçü’yle parçalandı ve feodal sistem ortaya çıktı. Ateşli silahların devreye girmesiyle on beşinci yüzyıldan itibaren merkezi krallıklar güçlendi. Beri yandan Rönesans, Reform, Bilim Devrimi ve Aydınlanma, en sonunda Sanayi Devrimi olmak üzere çeşitli süreçlerden geçerek neticede bir merkezden yönetilen ulus devletler teşekkül etti ve bunlar, zamanla geniş halk kitlelerinin yönetime kademeli olarak katılmasıyla ‘demokratikleştiler’ ve bugün Avrupa dediğimiz coğrafya zuhur etti.
Beri yandan Anadolu/Türkiye tarihine bakalım. Hititler ve Lidyalılar gibi kadim medeniyetleri İskender’in imparatorluğu ve Helenleşme süreci izledi. Daha sonra Romalılar gelerek bu süreci daha da kökleştirip sistemleştirdiler. Roma ikiye ayrılınca Doğu’da gücünü koruyan Istanbul merkezli otorite bu bölgenin hâkimi olarak kaldı ve zamanla bölgenin koşullarının etkisiyle Helenleşerek Fatih’in tabutuna son çiviyi çakacağı Bizans ortaya çıkmış oldu. 1071’den itibaren Türk akınlarıyla kademeli olarak Türkleşen Anadolu, bu Türkleşmenin Osmanlı hanesi liderliğinde Rumeli’ye de sıçraması ve Anadolu beyliklerinin bertaraf edilmesiyle Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz yapının bir parçası oldu. Bu yapı başlarda merkezi gücünü koruyabilen, görece sağlam bir siyasi irade iken, zamanla merkezi otorite gevşedi ama asla tamamen kaybolmadı ve on dokuzuncu asırda II. Mahmut’la beraber hanedan ve merkez yeniden otoriteyi tesis etti. Bu arada imparatorluğu dağılmaktan kurtarmak için girişilen çok yönlü ve kapsamlı reform hareketleri sonucunda yukarıda özetini geçtiğimiz Avrupa medeniyetiyle eklemlenme fikri de devletin emellerinden bir haline geldi. Bu çabalar imparatorluğu kurtarmaya yetmedi ve Birinci Dünya Savaşı sonucunda parçalanan Osmanlı’dan kalan territoire (bir siyasi iradenin idare ettiği topraklar) üzerinde Türkiye Cumhuriyeti teşekkül etti. Bu hâlâ içinde yaşadığımız siyasi yapının ta kendisi olup, hikâyenin bundan sonrası ‘yakın tarih’ alanına girmektedir.
Yukarıdaki iki paragraflık özetle nice olayı atladığımı, bazıları çok önemli olabilecek kim bilir nice detayı es geçtiğimi fark etmişsinizdir. Zira upuzun bir maceranın iki paragraflık bir özetini çıkarma zarureti, beni benim de önemli gördüğüm nice teferruatı da anlatma imkânından mahrum etti. Seçimler yapmak zorunda kaldım. İşte herhangi bir bin sayfalık kitap yazarı da, anlattığı döneme veya olaya dair her detayı veremeyeceğinden, seçimler yapmak, önemsiz gördüğü kısımları baypas etmek, hatta önemli gördüklerinin bir kısmını da üzülerek hikâyenin akışını bozmamak için çıkarmak zorunda kalabilir. Tam da bu nedenle “bir kitapla tarihi çözmek” mümkün değildir. Her tarihyazarı, elindeki materyalden kendi kurguladığı hikâyeyi çıkarır. Bir tarih kitabı “Her şey (veya bu şey) nasıl böyle oldu?” sorusuna o yazarın cevabıdır. Başka bir yazara aynı kaynakları ve aynı süreyi versek, sayfa sayısını da sabit tutsak, bize bambaşka bir hikâyeyle gelmesi muhtemeldir.
Burada yazarın görüşü, vizyonu, yazma amacı hatta belki çocukluğunda yaşadığı bir olayın etkileri bile rol oynayabilir. E peki bu durumda tarihçiyi roman yazarından ayıran nedir diye soracak olursak; tüm bu öznelliğe rağmen nesnel olmak için çaba sarf etmesi, fikirlerini belgelerin ve birincil anlatıların gösterdikleriyle sınaması, eleştirilmeye ve çürütülmeye hazır hipotezler öne sürmesidir diyebiliriz. Tarihçi bir anlamda eldeki materyali damıtan kişidir. Yine tarihçinin yukarıda zikrettiğimiz sorusunu yani “Her şey nasıl böyle oldu?”yu, bu damıtmada kullanılan bir materyal, onun makinesi olarak kullandığını iddia etmek mümkündür.