Görsel ve işitsel kültürün artan bir hızla yazılı kültür tarafından hakimiyet altına alınması, dünyanın modernleşme hikayesinin önemli bir koludur. Bir zamanlar sözlü ve görsel kültüre mahsus olan pek çok anlatı biçimi ‘tenvir’ yani yazılı janrlara onaltıncı asırdan itibaren adım adım evrildi. Ezberlenerek saz eşliğinde kıraat edilmek için yazılan destanların yerini sessiz sakin, tek başına okunmak için üretilen romanlar aldı. Ondokuzuncu yüzyıl sadece sanayinin değil; gazetelerin, dergilerin, kitapların da çağıydı.
Bu yüzyıl biterken hayatımıza giren sinematografla başlayan yeni bir teknoloji, yüzyılın ortasında televizyonla beraber evlere giren ‘görsel kültür’ oldu. Artık “söz uçar yazı kalır” atasözü geçerli değildi, zira sözü de uçurmamanın, dahası her yere hızla ulaştırmanın yolu bulunmuştu. Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 romanı tam da televizyon devriminin başlarında, 1953 yılında yazılmıştı. Ünlü Fransız rejisör François Truffaut tarafından yapılan film uyarlaması ise 1966 yılında gösterime girdi.
Peki ne anlatıyordu Fahrenheit? Kitap okumanın yasak, itfaiyecilerin işinin yangın söndürmek değil, ‘asi’ olmuş okuma meraklılarının kitaplarını ele geçirip yakarak imha etmek olduğu distopik bir gelecekte bir itfaiyeci, tanıştığı bir kadının etkisiyle kitaplarla tanışır, okumanın ‘büyüsünü’ keşfeder ve nihayetinde herkesin bir kitabı ezberleyerek o kitabın kendisine dönüştüğü, bize tanıdık gelecek tabirle ‘hafız’ oldukları bir direnişçi topluluğuna katılır. Bu topluluğa devletin gücü yetmemektedir. Zira hiçbir yazılı metin bulundurmamakta, her biri kitapları ‘kafasında’ taşımakta ve birbirlerine anlatmaktadır.
Peki bu alternatif hayatı benimsemeyen çoğunluk, yani sıradan insanlar ne yapmaktadır? Tahmin edebileceğiniz gibi televizyon izlemektedirler. Televizyon adeta kamunun kutsalı olmuştur. Sadece kitap okumak yasak değildir, neredeyse hiçbir yerde, karikatürlerde bile yazı yoktur. Kültür tamamen görselliğe indirgenmiş, yazılı olan ise ortadan kaldırılmış, son kalıntılarını yakmak için itfaiyeciler görevlendirilmiştir. Görsel kültür mutlak bir tahakküm kurmuş, iktidarını yazılı olanla paylaşmayı reddetmiştir.
Böyle bir dünyada birilerinin kitapları ezberleyerek itfaiyecilerden korumaları, Michel Foucault’nun “İktidarın olduğu her yerde direniş vardır” sözünü hatırlatır. Peki bu nasıl bir direniştir? Tamamen pasiftir zira üyeleri herhangi bir kuralı, en azından hafızı olacakları kitap bitene kadar, çiğnememektedirler. Kendileri de televizyonları parçalamaya kalkmazlar. Yıkıcılıktan son derece uzaktırlar. Amaçları sistemi değiştirmek değil, umutlu oldukları bir gelecekte kitap okumak ve basmak serbest kaldığında, ‘kadim medeniyetin’ yazılı kültürünü yok olmaktan korumuş olmaktır.
Böylelikle nasıl ki bir zamanların sözlü kültürü, İlyada ve Odissea gibi destanlar önce papirüse, sonra parşömene, en son kağıda yazılan ve matbaa ile basılan metinler vasıtasıyla bugün hala yaşıyor ise; Tolstoy’un, Balzac’ın, James Joyce’un eserleri de insanların hafızalarında yaşayarak sonraki nesillere aktarılacaktır. Düzen tersine dönmüştür. Sözlü kültür yazıya değil, yazılı kültür söze aktarılmaktadır.
Böyle bakınca insan bu filmdeki ‘mutlu son’un ne kadar mutlu olduğunu sorgulamadan edemiyor. Evet, kitaplar bir şekilde korunmaktadır. Ancak yazılı kültür, belki de telafisi son derece zor olacak bir kesintiye uğramıştır. Siyasi erk ve teknolojinin beraber kurdukları tahakküm, insanların yaratıcılığını geliştirmiş ve kitap-insanlar meydana getirmiştir. Direniş baskının yıkıcı etkilerini hafifletse dahi, onları geriye sarması mümkün değildir. Ancak önceki yazımda da değindiğim gibi, tarih adeta rollerin ve dekorların devamlı değiştiği bir oyun sahnesidir. Bu kitap-insanlar da seçtikleri rolü azami oranda hakkını vererek oynamaya çalışmaktadırlar.