Kaygı veya daha afilli tabirle anksiyete, insanların genellikle doğal korku halinin olmaması durumunda, geleceğe yönelik geliştirdiği, modern insanın hayatında muhtemelen atalarınınkinden çok daha fazla görülen belalı bir ruh halinin adıdır. Ancak “Acaba ara sokaktan geçerken kafama radyo düşer mi?” tarzı bireysel soruların ötesinde, insan grupları kolektif olarak kaygı nesneleri üretme yeteneğine de sahiptir. Muhayyilenin sınırlarını zorlayan kıyamet senaryoları da bu kolektif anksiyete yeteneğinin meyvelerinden biridir.
“Günleri sonu” yani kıyamet, aslında insanların bireysel ölüm korkularından farklı değildir. Nasıl ki hayat bir gün bitecekse, dünyanın da sonunun bir gün geleceği, her şeyin tuzla buz olacağı çıkarımı isabetsiz değildir. Ama “nasıl olacak?” sorusuna verilen cevapların tüyler ürperticiliği yine de kalabalık grupları 20 Aralık 2012'de Şirince'ye otobüs bileti almaya yönlendirebilir. Öyle ya, 21'inde kıyamet gelecek gibi görünmüyor, Yecüc ve Mecüc'ü gören yok. Yine de önce tedbir, sonra tevekkül.
Ancak tüm kıyamet senaryoları İbrahimi dinlerdeki veya Maya takvimindeki kadar ilahi bir tasarının insanı çaresiz bıraktığı bir bekleme halini içermez. Ekseriyeti modern olan bazı senaryolarda insanlık, bir şekilde kendi kıyametinin davetçisi olur. Bunu da çoğu zaman teknolojinin nimetlerinden faydalanarak yapar. Bu durum da premodern ve modern insanların ölümle aralarındaki ilişkiyle benzer. Premodern insanlar hayatta kalmak için Tanrı'nın yolladığı vebadan kaçarlardı. Modern insan ise kendi ürettiği sigaradan, içkiden, radyasyondan veya stresten kaçmaya çalışıyor. Eskiden ilahi veya doğal olanla oynadığımız kovalamaca oyunu, kendi gazabımızdan saklanmaya çalıştığımız bir paranoyaya döndü.
İnsanlığın 'kışkırtarak' getirdiği kıyamete örnek, nükleer savaş veya laboratuvarda üretilen bir virüsün yanlış ellere geçerek dünyaya yayılması gibi senaryolarda görülür. İlkine Dr. Strangelove (1964), ikincisine Oniki Maymun (1995) filmleri güzel örneklerdir. Ama bu hikayelerde insanın doğa kaynaklı faktörlerle mücadelesi perde ardından da olsa görülür. Zira nükleer felaketin suçlusu atom bombasının kendisi değil, birbirinin karnını deşmek için mızrak yapmayı öğrenen atalarımızdan miras aldığımız şiddet güdüsüdür. Virüsün alayımızı temizlemesinin ardında da bağışıklık sistemimizin zayıflığı yatar.
İki farklı senaryoya daha bakalım. Maymunlar Cehennemi ve Matrix senaryoları. İlkinde maymunların, insanların yerini almasına ve insanların 'hayvanlaşmasına' şahitlik ederiz. Zira evrim zincirinde hakimiyet sırası maymunlara gelmiştir. İnsan miadını doldurmuştur ve son çıkan film serisinde bizzat insanlar tarafından geliştirilen bir genetik mutasyon sonucu maymunlar, 'akıllı canlılara' dönüşerek bayrağı devralırlar. Matrix'te ise dünya, insan yapımı yapay zeka tarafından ele geçirilir ve vücudumuz robotların enerji kaynağına dönüşürken, zihnimiz bu dünyanın çok başarılı bir simülasyonuna hapsedilir.
Bu iki senaryoda felaket, doğanın bize verdiği biyolojik veya psikolojik zaaflarından ötürü değil “Tanrı rolünü oynamaya” çalıştığımız için gelir. Oyunun kurallarına aykırı davranan, amiyane tabirle tezeğini çomaklayan ademoğlu, bedelini köleleşerek öder. Biyolojik olarak yok olmaz, ama “eşref-i mahlûkat” sıfatını başka bir türe kaptırır.
Maymunlar Cehennemi ve Matrix senaryolarını 'evrimsel kıyamet' olarak adlandırabiliriz. İnsan türü, birinde maymunlar, diğerinde robotlar tarafından alaşağı edilir ama her ikisinde de felaketin ilk ateşini kendisi yakar. Tanrılardan insanlara ateşi veren, Zeus'un bedelini ağır ödettiği Promete kıssasındaki talihsiz titanın rolünü üstlenir. Maymunların veya robotların çağına öncülük eder. Kim bilir, belki de “ilahi plan”da insanın vazifesi budur.
Böyle bakınca evrimsel kıyameti, insanlığın kolektif muhayyilesinin ürettiği en ilerici kıyamet modeli olarak görmek mümkündür. Nietzsche Zerdüşt kitabında “insan aşılması gereken bir şeydir” der. İnsanın kendini aşmak için beşeriyeti ateşe verdiği bir hikaye, bıyıklı filozofun gözünde muhtemelen en hak edilmiş, en şen kıyamet olurdu.