Maymunlar Cehennemi sinematik yolculuğuna, Fransız yazar Pierre Boulle tarafından 1963’te yazılan Maymunlar Gezegeni romanının 1968 yılında Charlton Heston’ın başrolünde oynadığı film ile başladı. Sonrasında bu filmin dört devamı çekildi ve ilk seriyi oluşturdu. 2001 yılında Tim Burton, epey başarısız bir ‘remake’e imza attı. 2010’larda dönemin yüksek teknolojisiyle seriyle yeni bir yaklaşım getiren bir üçleme çekildi. En nihayetinde bu yıl son üçlemedeki olayların çok sonrasını anlatan yeni bir film vizyona girdi.
Roman ve ilk film, bir uzay seyahati esnasında insanların yerini maymunların aldığı bir gezegene düşen Ulysse Mérou, filmdeki adıyla George Taylor’un hikayesini anlatır. (Bundan sonrası spoiler içermektedir). Romanda kahramanımız maymunlarla dolu bu gezegende, artık primitif canlılar olan insanların bir zamanlar hakim olup, sonra yerlerini zihinsel gelişimini ilerleten maymunlara bıraktığını keşfeder. Maymunlar ona iyi davranıp dünyaya yollarlar. Ama döndüğünde Dünya’da da zaman çok ilerlemiş, evrimsel sistem aynı şekilde işlemiş ve maymunlar gezegenimizin hakimi olmuşlardır. Filmde ise Taylor’un düştüğü gezegen başından beri gelecekteki dünyadır ve dostumuz acı gerçeği harap olmuş bir Hürriyet Anıtı kalıntısını görünce anlar. Geri dönüş yoktur.
Serinin geri kalanında Taylor’a yardım eden maymunların insanlar ve maymunlar arasında çıkan bir nükleer felaketten uzaya kaçarak, geçmişin dünyasına gelmelerini, burada bir çocuk sahibi olmalarını, bu çocuğun ileride ‘maymun devrimini’ başlatacak Sezar’ın ta kendisi olmasını izleriz. Seri maymunların hakimiyet kurmasıyla biter. Yeni üçleme ise tüm süreci başa sarar ve hem insan hakimiyetinin ve bilişsel üstünlüğünün sonunu hem de maymunların yükselişini bir laboratuvar deneyinde üretilen bir virüse bağlar. Bu virüs maymunlara bilinç kazandırırken, insanları öldürmekte veya hayatta kalanları ‘maymunlaştırmaktadır.’
Her iki seriye baktığımda da, dünya tarihini okumakta ve yorumlamakta son derece yardımcı olduklarını gözlemlemekten kendimi alıkoyamıyorum. Neticede tarih, Emrah Safa Gürkan’ın da belirttiği üzere, değişimin bilimidir. Geçmişten bugüne dünyanın nasıl değiştiğini, dönüştüğünü anlatır. Heraklit’in ifade ettiği üzere aynı nehirde iki kez yıkanmak mümkün değildir. Değişim tabiatın en değişmez kanunudur.
Ancak değişen nedir ve toplumsal değişim nasıl cereyan eder? Tarih işte bu soruya cevap arar. Beşeriyetin ilk çağlarından beri toplumlar belli kültür ve medeniyetler inşa ettiler. Bunlardan bazıları tamamen yıkıldı, bazıları ötekilerle sentezlenerek başka kültür ve medeniyetler doğurdu, bazıları ise zaman içinde tanınmayacak kadar değişti.
Bazı kültürler tarihin belli bir döneminde ortaya çıkar ve yüzlerce, belki binlerce yıl etkilerini sürdürürler. Romalılar İtalya’dan dünyaya yayılmadan önce, kimse onların böylesine büyük bir güç olacağını tahmin edemezdi. Araplar İslamiyet’in doğuşuna kadar dünya sahnesinin ücra bir köşesindeydi. Ancak bu onları iki asır içinde İspanya’dan Hindistan’a, kuzeyde Kafkaslar’a kadar geniş bir alanı etki altına almaktan alıkoymadı.
Beri yandan Avrupa’dan Mısır’a yollar, su kemerleri döşeyen, ortak bir vatandaşlık mefhumu inşa ederek Akdeniz dünyasına adeta bir standart getiren Roma imparatorluğu, vaktiyle dize getirmekle övündüğü ‘barbar kavimler’ tarafından darmaduman edildi. Siyasi birliğini korumayı başaran Doğu Roma ise önce Selçuklu Türkleri, Balkan prenslikleri ve Haçlılar tarafından zayıflatıldı, sonra da Osmanlılarca tarih sahnesinden silindi. Kostantiniye hala başkentti, ama artık çan değil ezan sesi duyuluyor, hükümdarlar toga ve taç ile değil, kaftan ve sarık ile geçit resmi yapıyordu. Değişim her şeyin değişmesi demek değildi. Sahne aynı sahneydi ama oyuncular, kostümler, müzikler ve replikler değişiyordu. Bu değişmeyen değişim bugün de devam ediyor.
Maymunlar Cehennemi serisi de işte böyle bir hikayeyi anlatır. İnsanlar ve maymunlar, ikisi de hikayenin iki ucunda da vardırlar. Ama hikaye süresince rol değiştirirler. İnsan, tarihin akışı içinde “eşref-i mahlukat” sıfatını maymuna devreder. Ancak elbette bu, tıpkı tarihin kendisinde olduğu gibi, gönüllü olarak olmaz. Serideki tüm filmlerde insanın bu gerçeğe direndiğini, hatta acımasız bir şekilde bile olsa hakimiyetini kaybetmemek için mücadele ettiğini görürüz. Bu mücadelenin arkasındaki motivasyon en iyi, yüzyıllar içinde yaşanan değişimi birkaç gün içinde tecrübe etmek zorunda kalan ilk filmdeki Taylor’un acı gerçekle yüzleştikten sonraki feryadında görülebilir.