Nizam-ı alem

Pamir Şen

Yazının başlığı “nizam-ı alem”, Farsça tamlamadan da anlaşılacağı üzere bugünün insanına bilindik olsa da epey eski bir tabir. Ama sadece kendisi değil, karşılık geldiği kavramlar da epey eski, arkaik ve günümüzdeki ‘toplumsal düzen’den epey farklı. Burada şu meşhur “geçmiş başka bir diyardır” sözüne atıf yapmakta fayda var. Nizam-ı alem, başka bir diyara ait bir kavram.

Ortaçağ toplumunda hem Hristiyan hem Müslüman toplulukları son derece belirlenmiş toplumsal hiyerarşilere göre yaşarlardı. Bu sistemde kılıç ehli, yani hükümdar ve onun tayin ettiği elit (Avrupa’da feodalite) savaş yapmaktan ve idareyi sağlamaktan sorumluydu. Ruhban sınıfı veya ulema, insanların ruhunu selamete kavuşturmak bir yana, kalem ehlini de teşkil ederdi, yani bugünkü ‘bilim insanları’nın işlerini de onlar yapardı. Elbette bu ‘ilimler’ modern bilimlerden farklıydı. Tüccar ve esnaf ekonomiyi ayakta tutacak ticareti ve üretimi sağlamaktan sorumluydu ve çok sıkı lonca teşkilatları etrafında toplanır, bu loncalar dışında faaliyet gösteremezlerdi. Lonca içi rekabet hoş karşılanmaz, her lonca kendi ‘raconunca’ idare edilirdi. Toprağı ekmekten sorumlu olan köylü ise toprağını terk edemez, ederse Avrupa’da başı epey belaya girer, görece gevşek Osmanlı düzeninde ise çift bozan vergisi öderdi. Kısacası sistem, evliyi evinde, köylüyü köyünde tutmak üzere tasarlanmıştı.

Bu kadim nizamı Yeniçağ’ın mutlak monarkları Fatih ve Kanuni gibi padişahların idareleri, bu kadim nizamı korumayı amaçlayan rejimlerdi. Bu devrin düşünce yapısı hâlâ yukarıdaki nizamı önceliyordu. Ama bilhassa coğrafi keşiflerle tetiklenen yeni ekonomik düzen, yani kapitalist düzen, bu eski dünyanın normlarını birkaç yüz yılda dönüşü olmaz denecek derecede değiştirdi.

Osmanlı ve Venedik gibi Akdeniz imparatorlukları değişime daha fazla direndiler, çünkü hâlâ eski dünyanın coğrafi sınırları içinde hüküm sürüyorlardı. Ama İngiltere, Fransa, Hollanda gibi Atlantik’e kıyısı olan devletler elinde büyüyen yeni nizamın gücüne karşı direnemediler. Venedik Serenissima’sı ve diğer İtalyan kent devletleri çöktü, en sonunda küllerinden modern İtalya doğacak olsa da. Fransa’da yeninin eskiyi devirmesi epey kanlı bir ihtilalle oldu ve yeni rejimin oturması için epey sancılı bir ondokuzuncu asır yaşanmak zorunda kaldı. Osmanlı hanedanı kadim sisteminin silahlı bekçisi yeniçerileri ortadan kaldırıp kapsamlı bir Batılılaşma reformuyla ve İngiltere’nin hamiliğiyle bir yüzyıl daha dayandı. Ama sonunda o da hem üç kıtadaki imparatorluğunu, hem de saltanatını kaybetti. Yerini Türkiye Cumhuriyeti aldı.

Bundan çok önce yorgun bürokrat Gelibolulu Mustafa Âli, IV. Murat’ın danışmanı Koçi Bey ve meşhur münevver Kâtip Çelebi, sistemin onaltıncı asrın sonlarından itibaren bir tıkanma içine girdiğini görmüşlerdi. Buna karşı bilhassa ilk ikisi, her şeyin çok güzel olduğu Sultan Süleyman devrindeki mekanizmaların ‘renove’ edilmesini savunuyorlardı. Yani bir devleti ayakta tutmanın ‘tek yolu’ olan, her sınıfın kendi yerini bildiği nizam-ı alemin yeniden ihyası. Bunun ardında yatan neden ‘gerici’, yobaz veya cahil olmaları değil, başka türlü bir nizamı hayal edememeleriydi. Değişim ve sıkıntı beraber geliyorsa, ikincisinin nedeni ilki olmak zorundaydı. Bu durumda değişimi durdurmak ve daha iyisi, geriye çevirerek eskiyi geri getirmek tek yoldu. Değişim demek ‘bozulma’ demekti.

Romalı şair Ovid meşhur eseri Metamorfozlar’da “Tempus edax rerum” yani “Zaman her şeyi yutar” demekteydi. Star Wars’ta Anakin’in annesi de oğluna “değişimi durduramazsın, tıpkı güneşlerin batışını durduramayacağın gibi” sözleriyle veda etmişti. Onaltıncı yüzyıldan ondokuzuncu yüzyıla kadar cereyan eden kimi zaman trajik, kimi zaman ise insanı heyecana zerk eden olaylar dizgesi de işte Âli, Koçi Bey ve Kâtip Çelebi’nin sıkı sıkıya tutunduğu nizam-ı alemi, Fransızların ancien régime dedikleri kadim düzeni süpürüp götürdü. Bugün yaşadığımız dünya, bu üç asırda yavaş yavaş oluşan, hürriyet, eşitlik ve kardeşlik mottosunda kendini bulan bir dünyadır. O nedenle o eski insanların bizim dünyamızı anlaması ne kadar zorsa, bizim onları anlamamız da o kadar zordur.