Opera, Tiyatro, Sinema

Pamir Şen

Geçenlerde Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma isimli operasının Floransa Pergola tiyatrosu tarafından sahnelenen bir versiyonunun video kaydını izlerken beynimde ister istemez bir fırtına cereyan etti ve “Türk'ün aklına kenefte gelir” sözünü hatırlatacak şekilde, kenefte değil, ama koltukta daldığım düşünceler, beni opera/müzikal, tiyatro ve sinemada ‘auteurlük’ kavramlarını düşünmeye itti.

Her üç sahne sanatı dalında da ortaya konan kolektif bir iş vardır. Oyuncular, yazar, koreograf ve yönetmen -operalarda orkestra da bu ekibe katılır- kolektif bir iş yaparlar ve seyirci aslında sadece aktörleri ve onların performansını, bir de bazen koca bir orkestranın çaldığı müziği temaşa eder. Yine de her birinin altında bu projenin ‘mimarı’ sayılacak, genelde tek bir ismin imzası bulunur. Bu imza opera ve müzikalde kompozitör (yani müzisyen), tiyatroda yazar, sinemada ise yönetmendir. Bu durumun nedenini her üç sanatın da tarihsel gelişimlerine bakarak açıklamak mümkündür. Belki o işi başka bir yazıda yaparım. Bu farklılığın bir diğer sebebini ise türlerin öne çıkan özelliklerinde arayabiliriz.

Operada öne çıkan şey hikaye ve metinden ziyade, orkestranın çaldığı müzik ve aktörlerin söylediği şarkılardır. Hikayenin kendisi ne olursa olsun, o müzik aracılığıyla anlatılır. Diğer tüm roller yan roldür ve müzik başroldedir. Bu nedenle onu kompoze eden muhterem zat, eseriyle adını tarihe yazdırırken, diğer aktörler gölgede kalır. Belki tarih onları da yazar, ama ikinci sayfada yazar. Manşeti kompozitöre -Mozart, Vivaldi vesaireye- ayırır.

Tiyatroya gelince, kimi zaman müzikle desteklense de piyesler esasen kelimelerin öne çıktığı eserlerdir. Bu nedenle çoğu modern tiyatro grubu dahi, alternatif kostümlere ve kastinglere (örneğin Hamlet’i bir kadının oynamasına) sıcak baksa da, metne olabildiğince sadık olmayı seçer. Bu norma aykırı hareket ettiğim bir yönetmenlik teşebbüsümde oyunu izlemeye gelen bir edebiyat profesörünün gözlerindeki sükutuhayali çok iyi hatırlıyorum. Tiyatro tabiricaizse oyuncuların performe ettiği metindir. Her oynanışında sadece hikayeyi değil, müellifini de yeniden hayata getirir.

Sinemada ‘auteur’ün kim olduğu bu görece yeni sanatın macerası içinde çeşitlilik göstermiş olsa da kırklı yıllardan beri burada da kimin patron olduğu, eski Hollywood jeneriklerinde son sıranın yönetmene ayrılmış olmasından bellidir. Okan Bayülgen’in isabetli bir ifadesiyle söylemek gerekirse, sinema yönetmeni oyuncudan performansı ‘alan’ kişidir. Osman Sınav’ın “ben odunu bile oynatırım” demesi boş bir kibir değil, yönetmenin neredeyse tanrısal gücünün bir ifadesidir. Oyuncuya direktif vermekle iş bitmez. O direktifin -filmin başına bir şey gelmezse- kalıcı olacak meyvesi artık yönetmenin elindedir. Onu dilediği gibi kurgulayarak, arkasına dilediği müziği vererek hammaddeye şekil verebilecektir. Adeta omni potent (kadirimutlak) bir figürdür.

Hülasa, üç sanat dalının imza sahipleri üzerinden, farklı sanat dallarının nasıl farklı realiteler sonucunda ortaya çıktığını, bu farklı realitelerin her biri ekip çalışması olan işlerde kimin öne çıkacağını nasıl belirlediğini görmüş oluruz. Başka deyişle “Taş yerinde ağırdır.”