Sanat ne işe yarar?

Pamir Şen

Geçen haftadan itibaren, tablo tahrip etmek gibi güncel (aktüel) bir konu üzerinden dalış yapmayı planladığım günümüz toplumunda sanatın rollerine ve yapılış şekillerine dair yazılar serisine belki de her daim insanların en öncelikli olarak sorduğu hayati soruyla başlıyorum. Sanat ne işe yarar?

Bugün sanat olarak kabul ettiğimiz resim, heykel, müzik gibi türlerin geçmişine gittiğimizde bunların toplumsal bir amacı olduğunu hemen kavrayabiliriz. Heykeller eskiden de bugün de şehirlerin siluetini belirlemek ve geçmişin büyük figürlerinin gölgesini üzerimize düşürmek, dünle bugünü bağlayarak ortak bir aidiyet duygusu geliştirmek amacına hizmet ederler.

Resimler ister grafiti formunda antik Roma’nın veya modern Londra’nın caddelerinde çizilmiş olsun, ister bir lordun duvarını süslesin, kendisi dışındaki bir takım olgulara referans yapmak için üretilirler. Örneğin bir siyasetçiyle dalga geçen grafiti, referans yaptığı siyasetçinin varlığından bağımsız düşünülemez. Aynı şekilde Rönesans tablolarının ekseriyeti, onları çizen sanatçıların hamilerinin salonlarını veya vakfettikleri kiliselerin duvarlarını süslemek için ortaya çıkarılmışlardır.

Müzik dini törenlere eşlik etmek gibi arkaik bir vazifeye sahiptir ve bugün bile herhangi bir şantör veya grubun konserine giden insanlar, yine bir çeşit kültü yüceltmek için orada bulunurlar. Eskiden şarkıcıların şarkının yarısını mikrofon uzatarak seyirciye söyletmesini yadırgayan ben, yaşım ilerledikçe bunun normal olduğunu, hayranlarıyla bütünleşmek için vazgeçilmez bir araç olarak şarkıcıların bunu kullandığını geç de olsa keşfetmiş bulunuyorum.

Edebiyat, mimari, performans ve sinema da yine bir takım amaçlara hizmet eder. Televizyon gelene kadar sinema (ve radyo), ondan da önce tiyatro işlevli bir propaganda makinesi ve kamusal alanı oluşturan bir biraraya gelme (cem olma) yeriydi. Hatta on yedinci asırda İngiltere’de tiyatroların yıllarca kapalı kaldığı gerçeğini, IV. Murat’ın kahvehane yasağıyla yan yana düşündüğümüzde, bu sanatın o yıllarda hiç de bugünkü gibi ‘zararsız’ bir form olmadığını anlayabiliriz.

Edebiyat hem yazılı hem de şifahi (sözlü) formda yayılan, iki geleneğin birbiriyle iç içe geçerek birbirini beslediği bir formdur. Nasrettin Hoca fıkralarını büyükannesinden dinleyen bir masum çocuk bulua erince eline kazara Pertev Naili Boratav’ın derlemesinin geçmesi, onun ergenliğin şekillendirdiği ‘edepsiz’ aleminde de konuk edebildiği bir Nasrettin Hoca olduğunu keşfetmesine yol açabilir. Böylelikle geçmişi ve bugünü arasında ecnebilerin tabiriyle rekonsiliyasyon (mutabakat veya barışma diye çevrilebilir) gerçekleştirir. Aynı kişi Halide Edip’in Maske ve Ruh’unu okuduğunda bu dünyaya bir de erken cumhuriyetin -festen silindir şapkaya- dönüşen dünyasını anlama gayreti dahil olur. Dahası ‘milli edebiyat’ müfredat olarak okutularak, eskiyle yeni arasında kamu destekli bir diyalog kurulması da sağlanmış olur. Bir romanın tiyatro oyunu, film veya dizi formatına uyarlanmasıyla popüler kültür de yazılı birikimden beslenmiş olur.

Mimari bu sanatların içinde belki de en işlevselidir. Bir yandan insanlar bir yerde oturmak mecburiyetinde olduğu için zaruridir. Bir yandan da sokağı estetize etmek işlevi taşır ve Türkiye’de bu yönü büyük ölçüde kaybetmiş olsa da, eskiyle yeniyi yine gelenek üzerinden birbirine bağlar. Agora ile bağlantısı bakımından mimari de heykele benzer, kamusal alana siluetini kazandırır ve bu siluetin çirkin bir eklemeyle kolayca bozulabilecek kadar kırılgan olması, onu korumaya yönelik bir çabayı da zorunlu kılar. Yani toplumu veya devleti muhafızlık rolüne de soyundurur.

Bilinen yedi sanat türüne bir yazıda -itiraf edeyim ki epey üstünkörü- temas ettikten sonra başlıktaki soruya geri dönersek: Sanat ne işe yarar?

“Sanat sanat içindir” düskuru üzerinden gidersek, sanat aslında hiçbir işe yaramamasıyla sanat sıfatını hak eder. Ama bu ancak modern insanın geliştirebildiği -ve yine onun itiraz edebildiği- bir perspektiftir. Ne klasik, ne gotik, ne barok sanat, birileri sadece onu güzel buluyor diye ortaya çıkmadı. Hepsi içinde yeşerdiği kültürün meyvesi olarak doğdu ve toplumun hakim sınıflarıyla yönetilen sınıfları arasındaki çekişmeden beslenerek gelişti, veya en azından değişti. Örneğin barok sanat, protestanlığa karşı ortaya çıkan Katolik ‘kontürreformunun’ ve (Kutsal Roma) imparatorluk üniversalizminin bir tezahürü olarak yayıldı.

Daldan dala atlamayı bırakıp neticeye varacak olursam: bugünün “saf sanatı” -eğer varsa- onsekizinci-ondokuzuncu asırlara kadar devam eden, araçsal sanatın yarattığı birikimden damıtılarak elde edildi. Saf sanat anlayışını yıkmak veya yüceltmek isteyen tüm modern ve postmodern akımlara da iste bu damıtılmış likörü kullanarak yapılan kokteyl tarifleri gibi bakılabilir.

Bu akımların belli özelliklerine temas etmeden önce, bugün sanat yerine zanaat olarak adlandırdığımız türlere temas edecek ve iki benzer kelimenin tarihin hangi evresinde yol ayrımına girdiğini anlamaya çalışacağım. Umarım bu dizi boyunca, zamanda-mekânda zikzak çizerek geçtiğim yolları her şeyi başlatan tablo tahribi hadisesine bağlama işinde muvaffak olurum.

Tavsiyeler:

E. H. Gombrich, The Story of Art, with 370 Illustrations, New York: Phaidon Publishers Inc. 1951.

Jacques Ranciere, Özgürleşen Seyirci, trc. E. Burak Şaman, Istanbul: Metis Yayinlari, 2009.

R. J. W. Evans, The Making of Habsburg Monarchy, Oxford: Clarendan Press, 1979.