Sanat ve zanaatin bir arada olduğu, her sanat eserinin dini-siyasi-toplumsal bir rol üstlendiği, bir işe yaradığı veya kendisi dışında bir şeye referans yapmak suretiyle anlamlı olduğu pre-modern devirden, sanayileşmiş dünyanın organize üretimle dolup taşan ortamına giriş yapmamızla beraber sanat, adeta bugünün Roma’sının içinde sit alanı olarak korunan antik Roma forumlarının akibetine uğradı. Belki eskisinden çok daha değerli hale geldi. Ama günlük hayatın içinde yer alan bir dinamik olmaktan çıktı, pragmatik işlevini neredeyse yitirdi ve kendi kendinin amacı haline geldi.
Bazı düşünürler sanata toplumsal bir rol atfetmeye çalışarak, onu insanlığın içinde bulunduğu durumu gösterme aracı olarak kullanmak istediler. Piskator ve Bertol Brecht, epik tiyatroyu icat ederek, seyircinin bir piyes seyrederken içine düştüğü özdeşleşme, yani bir nevi uyuma halini bozacak mizansenlerle onları yabancılaştıran, bu yolla 'uyandıran' bir tiyatro anlayışını benimsediler.
Yirminci asırda sanat, bir diğer macera yaşadı. 1850’lerden itibaren hayatımıza giren fotoğraf, aynı asrın sonunda Lumiere biraderler tarafından takdim edilen sinematografla beraber sanatın da aynı ayakkabı gibi seri üretilebilir bir meta olmasının onu açılmış oldu. Fotoğraf ve sinemanın bugün sanat olup olmadığı hala tartışılabilir olsa da, toplumsal sağduyu açısından bilhassa ikincisi bal gibi sanattır.
Ancak sinema, eğlence sektörünün ayrılmaz bir parçası ve gayet de endüstriyel bir üretim olmakla beraber aslında hiç de sit alanına çekilmiş bir dal olarak görülemez. En sanatsal filmler bile benzer süreçlerden geçerek (kabaca proje-tasarım, senaryo, çekim ve kurgu) üretilir ve çok sayıda kopyaya sahip olurlar ki bunlardan hangisinin orijinal olduğu pek önem arz etmez. Eskiden filmlerin ilk hazırlanan kopyaları belli bir değere sahip olabilir, müzayede parçası sayılabilirlerdi. Ama artık ekserisi dijital ortamda üretildiğinden, bu olanak kayboldu.
Bu durumda bir filmi ‘sanat’ yapan şey, onun malzemesinin geldiği son hal değil, ekrana yansıtıldığında yaşanan tecrübe olabilir ancak. Yani sinema da aynı tiyatro gibi, bir performans sanatına dönüşür, ama bu performans, saatler süren provalar sonucunda sahnede her seferinde yeniden canlandırılmak yerine bir film makarasına veya video diske kaydedilmiştir. Ortada bir kez daha çoğaltılmak üzere hazırlanmış endüstriyel bir ürün vardır. Ancak bu ürünün sergilenmesi her seferinde birbirinin aynısı olan bir performans dizisine dönüştürülür. Benim de dahil olduğum ‘sinefil’ grubu, bu endüstriyel metanın ürettiği ürünleri sanat olarak yorumlamak istediğinde, bunu yapma imkanını da bulmuş olur.
Bu devasa üretim havuzunun içindeki eserlerin kategorileştirilmesi ve elenmesi, neticede seçilenlerin kataloglanarak sanat sınıfına dahil edilmesi şeklinde ortaya çıkan ‘kanon’un parçaları her ne kadar Mona Lisa’nın Da Vinci elinden çıkan ilk versiyonuna atfettiğimiz ‘orijinal’ veya ‘otantik’ sıfatına layık görülemez olsa da, bir şekilde ‘sanat’ locasında kendine yer edinir.
Benzer şekilde kartpostallar ve pullar, onları toplayan koleksiyonerlerin elinde amaçlarından saparak sanat sınıfına dahil edilebilirler. Veya herhangi bir mobilya şirketinin x senesinde ürettiği katalogdan parçalar, kendi başlarına veya başka endüstriyel ürünlerle dekore edilerek yeniden bağlama oturtulabilir, bu şekilde sanat sıfatına layık görünebilirler.
Böyle bakınca antik dönemden günümüze intikal eden mozaikler, heykeller, vazolar ve nice başka kalıntıların sanatlaşmasıyla filmler, pullar ve fotoğrafların sanat haline getirilmesi süreci birbirine benzer. Her biri orijinal amacından saptırılarak, yeni bir bağlam içine yerleştirilerek sanat halini alırlar. Yani sanat, bir tür titr, madalya, kontenjan senatörlüğü gibidir. Nasıl beşyüz sene önce yazılmış bir şahsi mektup, bugün bir tarihçinin elinde ‘birincil kaynak’ kategorisi içerisinde üretilme amacından tamamen farklı bir değerle yüklenip varlığını sürdürüyorsa, sanayi devrinin imkanlarıyla üretilen metalar da sanat küratörleri tarafından seçilerek, pandalar misali hayatta tutulur.
Son üç yazımda ele aldığım konuda, yazarken kendim de düşünerek üstünkörü bir meditasyonun sonucunda şimdilik vardığım kanaat o ki sanat, günümüzde hâlâ modern dünyadaki işlevini koruyor. Her ne amaçla üretilmiş olursa olsun, birileri tarafından orijinal bağlamından kopartılarak amacı sanat olacak şekilde yeniden bağlama oturtulan eserler, sanat eserleri sınıfına kabul edilmiş olur. Önümüzdeki hafta “postmodern” sanatı da bu perspektiften değerlendirecek, onun bu kalıba ne derece uyduğu üzerine belki bir bu kadar dağınık birtakım görüşler ileri sürmeye çalışacağım.