Geçen haftaki Atalarımızın Bayrakları yazımdan sonra, bazı düşüncelerin tam oturmadığını fark ederek tarihi olayları yaşayanlarla onları anlatılar üzerinden tahayyül yoluyla tecrübe eden sonraki nesiller üzerine biraz daha düşünmeye başladım ve ortaya aşağıdaki paragraflar çıktı.
Olaylar yaşanır ve biter. Ama anlatılar -belki bir gün onlar da yanıp gidecek olsa da- olayın kendisinden daha uzun süre yaşarlar. Ancak anlatı, olayları olduğu gibi bırakmaz. Onları yeniden şekillendirir ve körpe hafızalara doldurur. Peki bu hikayelerin kaynağı nedir? Yine o olayı yaşamış veya sağdan soldan duymuş olanların anlattıkları, yazdıkları, yazdırdıklarıdır. Ancak olayın aksine onu tecrübe etme hali tekil değil, çoğuldur.
Tarihi olaylar bir defa cereyan eder, kişiler de onları bir kez tecrübe eder. Ama aynı olayın farklı tecrübelerini alt alta dizince, elimize birden fazla yaşanmışlık çıkar. Bazı insanlar yaşamakla kalmaz, bu sergüzeşti anlatmaya da muvaffak olurlar. Ama onların anlatısı olayın kendisi değil, onların tecrübe ettikleri halinin nankörlük etmesi muhtemel bir hafızanın çıktısıdır.
Olayları günü gününe yazan günlükler veya belgeler de, yine bir tarafın emellerine ve ruh haline bağlı şekilde ortaya çıkarlar. Böyle olunca bir olayın, örneğin İstanbul’un fethinin yüzlerce anlatısının ortaya çıktığına şahit oluruz. Olay tektir, ama her bir aktörü kadar yaşanmışlık barındırır. Bunlardan bugüne intikal edenleri bir araya getirip karşılaştırmak, parçaları birleştirmek, analitik bir süzgeçten geçirmek, bir yandan da herkesin tecrübesinin biricikliğini kaçırmamak tarihçiye düşen görevdir. Böylelikle tarihçi, çok sayıda yaşanmışlıktan, olayın önce kendisini sonra okurlarını ikna eden tutarlı bir halini meydana getirir. Onları yeniden teke indirmeye çalışır.
Tarihçinin kendi katında ‘topladığı’ anlatılar yumağı bu kez başka bir anlatı doğurmuş olur. İkincil anlatı dediğimiz bu gruptaki malzeme, olayın sonraki nesillerin hafızasına, bu kez onların diliyle ve kavramlarıyla kazınmasına hizmet eder. Buna ‘ideal vatandaş’ hedefiyle hazırlanan okul kitapları, popüler roman ve filmler, kahvehane sohbetleri de katılır ve tekil olan olay, adeta bölünerek çoğalmış, aktörlerinden çok daha geniş bir kitlenin paylaştığı bir hikaye haline gelmiştir.
Tek bir olay, onu yaşayanların zihnindeki çok çeşitli halleriyle ve sonraki nesillerin tekrar tekrar derlemesiyle ve bu derlemelerin okur veya dinleyicinin zihninde yeniden canlanmasıyla, neredeyse sonsuz farklı versiyon edinir. Sezar Brütüs’ün ihanetiyle bir kere öldürülmüş olsa da ondan sonra gelen yüzlerce nesil, onu yeniden yaşatmak uğruna, yeniden öldürmeyi de tekrar tekrar göze alır. Tarihi karakter reenkarnasyonu veya Nietzsche’nin ebedi dönüş mitini andırır şekilde, her ölümden sonra yeniden doğmaktadır.
Hülasa, Umberto Eco Gülün Adı’nın sonunda bize şu cümleyle anlatır bu durumu: “Adıyla var bir zamanlar gül olan, salt adlar kalır elimizde.”