‘Çevre’ değil ‘Oikos’, Mersedes değil Rolls-Royce

Prof. Dr. Kadir Cangızbay

Bundan tam 30 yıl 3 ay once “Türkiye Günlüğü”nün 3 sayısında (Haziran, 1989) ekoloji ve türevi terimlerin ‘çevre’ kelimesi temelinde türkçeleştirmenin hem yanlış hem de yanıltıcı olmanın ötesinde türlü hainlik ve maskaralıklara da cevaz verebileceğini yazmışız.

Çevre daima bir merkeze gore vardır, ona gore belirlenir, merkez karşısında bağımlı değişken konumundadır; yani, merkez esassa çevre ikincildir. İşte buna dayanarak kendilerini çevreci olarak tanımlayanlar uzun sure, kafayı çiçeğe-böceğe takmış zibidilermiş gibi aşağılanıp itibarsızlaşırılmak istenmiştir. Daha yakın zamanlarda ise, milyonlarca ağaç keserek yaptırtdığı çevre yollarının orta röfüjlerine fidan diktirtip çiçek ektirmesini kendisini çevrecinin daniskası yaptığını iddia eden birileri de çıkacaktır, ki aslında böyle yapmakla röfüjü röfüj olmaktan çıkarttığının da farkında değildir; zira röfüj, yayaların araçlardan kaçıp sığınacakları boş alan demektir. İşte tam bu noktada Cemil Meriç’i sevgi ve rahmetle anmalıyız: En sevdiği sözlerden biri “yabancı dil, insanın

kendi zihnine tuttuğu aynadır” idi; güle güle uyusun.

Ekoloji, Eski Yunanca ‘oikos’ kelimesinden türetilmiş bir terimdir ve de oikos ev anlamına gelir. Ev, ama bina anlamında değil, insanın dokunabildiği insanlar ve diğer,canlılar, ayağını bastığı toprak, içtiği su, soluduğu havanın bulunduğu yaşama alanı, yani yuva, ocak, yurt, vatan. Kısacası ‘çevre’ ‘oikos’u karşılamaz, ‘çevre’yi dekora indirgeyen ise doğrudan doğruya yaşam alanımıza tasallutta bulunmakta, yani canımıza kastetmektir; ki, bunlar sadece bizlerin değil bütün insanlığın düşmanlarıdır: Cihatla yatıp fetihle kalkarlar;yani gözleri başkalarının vatanında, malında mülkünde, parasında servetinde, çoluğunda çocuğunda, karısında kızındadır, ganimet olarak. Varoluşunu ganimete, yani başkalarının üretip yetiştirmiş olduklarına el koymaya bağlamış

olanların aklından geçecek en son şey de üretmek olacaktır; üreterek yaşamayı zül olarak görürler: AKP iktidarının ülkemizin tarım ve hayvancılığını yok edip, cumhuriyetin bir yandan sefil Osmanlı’nın borçlarını öderken dışarıdan tek kuruş borç almadan kurduğu fabrikaları, kağıttan şekere her türlü üretim odağını özelleştirme adı altında yok etmesi hiç de tesadüf değildir. Şöyle de diyebiliriz: Fetih yapamıyorsan, iç yağma ne güne duruyor.

Vatan kavramından bile yoksun olan bu siyasal islamcıların vatandaş diye bir şey tanımaları da söz konusu olamaz; Oysa vatandaş, cumhuriyetin molekülüdür; yani farklı elementler içerebilir, ama aynı bir bütünle homojenlik gösterir ve de vatandaş cinsiyeti, dini, dili, ırkı, etnisitesinden bağımsız olarak ele alınmış insanın hukuksal statüsüdür. İşte bu yüzden cumhuriyet mutlaka laik olmak; yani, dayanağı insan-üstü olan kurallara eyvallah dememek, insanı bir nesne konumuna indirgememek zorundadır. İnsanın türsel tekliğini, en başta da kadınla erkeğin mutlak eşitliğini kabul etmeyen, aynı zamanda ‘insan hakkı’ kavramından da sonsuz uzaklıktadır; dolayısıyla, sadece hayvanları korumaya ilişkin yasalardan yararlanabilecek bir canlı olarak toplumdan tecrit edilmelidir: “Eşeğin dişisi üçte bir eşek sayılır” dediğiniz anda eşek türünden bahsetmek ve eşeklik adına konuşma hakkını da yitirmiş olursunuz.

İnsanların vatandaş olduğu yerde saltanata yer yoktur; ancak, birilerinin veya birinin saltanatı illaki resmen ihdas edilir de öyle kurulur diye de bir şey yoktur: Başbakanlık hizmet binası olarak inşa edilen bir yerin o günün başbakanı cumhurbaşkanı olduğunda cumhurbaşkanlığı binasına dönüştürülmesi, makama bağlı olanın şahsa bağlı kılınması, dolayısıyla, her ne kadar adı açıkça konulmasa da o şahsın sultanlığı kurulurken cumhuriyetin de ilga edilmesi demektir. Bu arada şehrin Anadolu yakasında SeLaTiN camii yok diye Çamlıca’ya devasa bir tapınak inşa edilir.

SeLaTiN, SuLTaN ve SaLTaNat kelimeleriyle aynı köke (SLTN) sahip olup sultanların belirli bir askerî zafer veya siyasî başarı şerefine kendi kasasinden inşa ettirtiği ve ibadete geldiği cami demektir yoksa, bir cumhuriyette, bizzat cumhurbaşkanının yaptırttığı ancak finansmanına karışmadığı, yani masrafı kendi kesesinden çıkmamış bir cami değil: Devir artık AKPli ilçe belediye başkanlarının da kendilerine sultan veya saltanat kayığı satın aldığı bir devirdir. Yakında kendilerine saray yaptırtmaya da kalkışabilirler, Beştepe’yi örnek alarak. Oysa Cumhuriyet, saray yapmaz, saray yıkar/kapatır.

Artık, saraya sultanî bir araba, yani Rolls-Royce alma zamanı gelmiştir. Aslında Mersedes de sultanlara layık bir arabadır; ama, sultan, ben de dahil on binlerce sıradan insanın kullandığı, orta düzey kamu görevlilerine bile tahsis edilen, ayrıca kamyon ve otobüs de imal eden bir markaya müstahak değildir. Rolls-Royce sultanî bir araba olmanın ötesinde bir tevafuku da, yani biz fanîlerin basit bir tesadüfmüş gibi gördüğü, ancak aslında ilahî bir iradenin önceden ayarladığı bir yanyana/ardarda gelişi de içkindir: Firmanın kurucularından birinin soyadı (rolls) “tekerlekli bir taşıtla yol alıyor, arabaya bindi gidiyor” anlamına gelirken diğerininki de Norman istilacıların 11 Yüzyıl Fransızca’sından İngilizce’ye taşıdıkları ‘roy’, yani kral/sultan kökünü taşımanın yanı sıra bir bütün olarak (Royce) kralın/sultanın erkek evladı anlamına gelir. Bu durumda nihaî karar sultanın kendisine ait olmakla birlikte, kendisinin yanı sıra her iki oğluna da birer Rolls-Royce tahsis edilmesi iktiza eder.

Bu arada saray sakininin biricikliğini vurgulamak üzere, sıradan insanların sırf paraları var diye bu marka arabayı alıp kullanmalarının da yasal yollardan olmasa bile fiilen engellenmesinin yeni rejimimizle uyumlu bir tasarruf olacağını düşünüyoruz.

Bu son söylediklerim pek çoğunuza fantezi gibi gelebilir. Oysa, bir nebze otomobil kültürleri/tarih bilgileri ve de epey bir nebze Batı dillerine vukufları olsa yapmaktan çekinmeyecekleri şeylerdir; ama, bunlarda, nerede o yetişmişlik/eğitilmişlik seviyesi…

İstanbul Belediye Başkanlık seçimlerinde onüç bin küsurluk farkın sekiz yüz bin küsura çıkması karşısında “31 Mart’ta bir çalmışlardı, şimdi 58,5 misli çaldılar” dememeleri karşısında,“demek ki, utanmazlığın da bir sınırı varmış” demedik; ya mutlaka daha da utanmazca bir tezgahın peşindelerdir ya da 800 bin küsuru 13 bin küsura bölmeyi becerememişlerdir diye düşündük ve o arada aklımıza geldi: Bazı sigara firmaları kendilerine promosyon yasağı getirilmeden once pilli hesap makinaları verirlerdi, cebe sığacak boyutta, ben de böyle çok rakkamlı bölme ve çarpmaları onlarla yapardım, kolayca. Sigaranın sağlığa ne kadar faydalı veya zararlı olduğundan bağımsız olarak şunu söyleyelim ki, 50-60 yıllık bir tiryaknin havaya saldığı toplam pislik, bunların en az 50 araçlık konvoylarının daha 50-60 metre bile gitmeden yol açtıkları hava kirliliğinin çok ama çok daha altındadır:

Yazımızı şöyle bitirelim: ‘Çevre’ kelimesi ‘oikos’ kavramını karşılamadığı gibi çarpıtıcıdır da. Bu arada ‘çevre’yi fidan dikip çiçek ekerek biçimlendirecekleri bir dekormuş gibi gören ‘vatan’sızların, coğrafî izdüşümü bulunmayan ‘ümmet’ kavramı üzerinden aynı ‘vatan’ı paylaşan insanları birbirlerini boğazlar hale getirmeyi denemeleri de ihtimal dışı değildir, tabiî sanki ‘dar ül harp’te bir cihat yürütülüyormuş gibi.