“Problemi onu yaratanlarla çözemezsiniz”
Albert Einstein
Geçenlerde iş adamı bir arkadaşım Karaman’a gitti. Dediğine göre kuru bakliyatın depolanması için oranın nemsiz iklimi çok müsaitmiş. Ancak, onun asıl ilgisini çeken ve çok üzen gördükleri olmuş, çok etkilenmiş, gözleri yaşararak, ‘insanlar tozun içinde yaşıyor ve acı çekiyorlardı’ dedi.
Gördüklerini özetleyecek olursak şöyle anlatıyordu; “Sanki zaman durmuş, sokakta insan yok, genç insan hiç yok, tüm kadınlar kapalı. Devlet makyaj olsun diye yol yapmış ama zihniyet daha da geri gitmiş. Pencerelerden kaldırımlara her şey yoz bir kültür içinde”.
Türkiye’nin dönüşümü, toplum yapısı ve değişen Türk insanın doğası çok ince bir analiz gerektiriyor. Ülkemiz gittikçe toplumsal ve sosyolojik olarak üç parçaya ayrılıyor. Bu konuları çalışması gereken sosyologlarımız bir türlü yetişmiyor. Bu makale ile bu tür çalışmalara bir alt yapı sağlamaya ve farkındalık yaratmaya çalışacağız.
1960’lı yıllara kadar Türkiye’de yaşam;
Cumhuriyet dönemine başlarken Türk insanının fikri, inanç ve dünyaya bakışını Atatürk döneminde kurulmaya başlanan fabrikalar değiştirdi. Atatürk, fabrikaların basında tanıtımını yaparak modernleşme stratejisi içinde kullandı. Söz konusu sanayileşme hamleleri hem iş dünyasının oluşumuna katkıda bulunurken, okullar, halk evleri ve köy enstitüleri de insan kalitesinin artmasının kaynaklarıydı. Okul, fabrika hayatı ile insan yükselebilir, hayat kalitesini artırabilirdi, onun dışında yapabileceği bir şey yoktu.
1960’lara kalan devam eden diğer bir toplumsal olgu, Osmanlı’daki Ahilik sistemine benzer ‘Arasta’ oldu. Arasta; ayakkabıcılar, keçeciler gibi pek çok mesleğin temsil edildiği bir yonca sistemi işlevi gördü. Her mesleğin usta-kalfa-çırak sistemi içinde meslek sahibi olmak isteyen biri, daha 5-6 yaşında bir ustanın yanında işe başlardı. Çırak daha sonra kalfa olur, evlenene kadar ustasının yanında çalışırdı. Ustası askere gidince ona para gönderir, kendi dükkanını kurmasına yardım ederdi.
Anadolu’da insanları şehri hiç görmemiş ya da sadece askerlikte görmüştü. Kasaba dışında evlilik (yani kız alıp-verme) olmazdı. Ortaokula giden kız öğrenci miktarı 4-5’i geçmezdi, kızlar evde koca beklerdi. 1940-50’li yıllarda tırnak ve bit yoklaması yapılır, eve geri gönderilen çocuklar olurdu. Her aileden tifo, dizanteri, kızamık gibi hastalıklardan ölenler sıklıkla görülürdü. Kasabalarda liseler 1971-1972 gibi geç bir tarihte kuruldu. Anadolu’nun mütedeyyin hayat biçimi içinde dükkan sahibi camiye giderken kapıyı kilitlemez, kapının önüne sandalyesini ters çevirirdi, hırsızlık yoktu.
Kasabada banka yoktu; zenginler banka vazifesi görürdü. Paraya ihtiyacı olan örneğin ‘düğün yapacağım’ diye biri hasatı toplayınca ödemek üzere zenginden borç alırdı. Bu kasaba hayatındaki dayanışmanın örneği idi. Hatta Sünni olanların borçları deftere kaydedilir, sözlerine çok güvenildiğinden Alevilerin borçları deftere bile yazılmazdı. Ancak, bugün olduğu gibi o dönemde de Sünniler ile Aleviler arasında kız alıp-verme yoktu.
1960’lı yıllardan sonra;
Şehirlere yoğun göçün başlamasının ana nedeni; Anadolu’da yani kasabalarda sanat erbabı olmanın önünün kesilmesi yani meslek hayatının bitirilmesi idi. Kendini kurtarmanın yolu büyük şehre göçtü. Fabrikalarda iş bulmak ve iş imkanları için büyük şehirlere gidildi ama orada da meslek eğitimi verecek, köylülükten fabrikada çalışma düzenine geçilmesini sağlayacak KOBİ benzeri meslek örgütleri yoktu. Fabrikalaşma ile birlikte eğitsel bir gelişme yapılmadı. 1960 ve 1970’lerde Anadolu’da yaşanan köy-kasaba hayatı Kemal Sunal filmlerinin tam da anlattığı gibidir ve çok güzel tasvir edilmiştir.
Bugün Türkiye’de toplumsal hayatı üç ana bölgeye ayırabiliriz;
Mümtaz Turhan’a göre; 1960’larda Türkiye’de iki kültür bulunmaktadır1; büyük şehirlerde ‘şehir kültürü’ ile kasaba ve küçük şehirlerde ‘halk kültürü’. Ancak, bugün gelinen aşamada Türkiye’de üç farklı yaşam tarzı tespit ediyoruz.
(1) Sanayileşmiş, büyük şehirlerde yaşanan sanayileşme odaklı gelişmiş hayat:
Gelişmiş bölgeler genellikle kıyı şeridinde, turizme açık ve sanayileşmenin olduğu yerlerdir. 1960’lı yıllara kadar her yörenin kendine ait bir yaşam tarzı vardı. Kastamonulular, Sivaslılar ve diğerleri çalışacak fabrika olmadığı için göç ettiler. Kasabaya yerleşen köylü, kasaba kültüründe ‘köylü’dür. Ancak kasaba hayatına uyum gösterdiğinde şehirli kabul edilirdi. İstanbul’da da durum böyleydi; ‘İstanbullu’ olmak vardı. Şimdi ise değil.
1960’larda İstanbul’da şehrin efendileri sinema filmlerinde gördüğümüz fötr şapkalı, takım elbiseli, bastonla gezen Hulusi Kentmen gibi biriydi. Kadınların başı açık, modern giyimliydiler.
Ancak, ani göç hareketi ile birlikte gelenler kendi adetlerini de getirdiler ve İstanbullu olma kültürü ortadan kalktı. İstanbul’a gelen her grup kültürel yapıyı bozdu, örneğin herkesin kendi camisi oldu. Bu durum kasabalara da yansıdı ve kasabalı kültürü de kayboldu. Bu kültürel dejenerasyona son yıllarda katılan Suriyeli ve Afganistanlı gibi göçmenler toplumsal yapımızı oldukça bozdular, dindeki Araplaşma, toplumsal yapıya da yansıdı.
(2) Sanayileşmemiş, Ordu-Sinop-Ankara-Adana hattından doğuya doğru az gelişmiş hayat:
1960’lara kadar ikinci bölgeyi ayakta tutan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi eğitim kurumları oldu. Şehre göç edenlerin fabrika hayatına geçişinde mesleki eğitim verecek bir mesleki örgütlenme de ortaya çıkmadı. Bu yüzden, herkes memur olmaya kalktı. Anadolu insanı büyük şehre gelince;
- İş bulamadı.
- Farklı kültürlerle karşılaşıp, uyum sağlayamadı.
- Dayanışma kayboldu (hemşehri dernekleri bu işleve soyundu hemşericilik devam etti).
- Yeni yaşam tarzı insan karakterini bozdu.
Büyük şehirdeki hayatın diğer bir sonucu artık kendi kasabası dışından yani bir yabancı ile evliliğin önünün açılması oldu.
Hala küçük şehirlerde okul-ev-kahve/lokal hayatı devam ediyor. Ama bir kere büyük şehire gelen artık o hayata dönemiyor. Küçük şehirler, emekli ve ölümü bekleyenlerin yeri oldu.
Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;
1 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik, Çamlıca Yayınları, (İstanbul, 2010).
<>