Tepedeki şehir...

Prof. Dr. Sait Yılmaz

Büyük alışveriş merkezlerinin, ışıltılı kahvelerin, otoban trafiğinin ve sürekli yıkımların insanıyız. Anlamsız tercihlere, dipsiz hayallere, saçma rekabetlere, uzun sabretmelere, düşüncelerin yapay düzenine, her şeyden en çabuk şekilde tatmin olmaya meyilliyiz. Hızın cazibesi, tehlike sevdası, hesapsız enerji kullanımı, umursamazlık ve agresif hareketler dolu bir yaşam. Sürekli anlık eğlenceler ve yeni şeyler arıyor, çabuk tüketiyor ve büyük bir yıkıma gidiyoruz. Albert Einstein bir keresinde şöyle bir tavsiyede bulunmuştu; “Her şey mümkün olduğu kadar basit yapılmalı ama basit olmamalı.” Hayat karmaşıklaştı ama biz basit kaldık. Duygularımızın yerini komuta aletlerimiz ve cep telefonlarımız aldı. Hoşumuza gitmesinin öğretildiği şeyler, hoşumuza gidiyor. Değerlerde bitmek bilmeyen bir değişim yaşanıyor. Ama inancımızı kaybetmekten de korkuyoruz. Her şeyi görüyoruz ama hiçbir şeyi sevmiyoruz. Bencilliğimiz artık zirve noktasında, kendimize güvenimiz de öyle. Şimdiki zamanın gerçeklerinde yaşıyoruz, geçmişin duygularını hissetmek ya da geleceğin arayışında değiliz. Cehalet ve cüret, şiddete yol açıyor. Trafikte size saldıran kişinin magandalığının arkasında bile gelenekselleşmiş korkaklık var. Siz de bu kadar korkak olmasanız, tüm bu kibirli düşüncelerin, zorla kabul ettirilen ve var olmayan soyutlamaların, dogma olarak adlandırılan saçmalıkların altında yitip gitmezdiniz. Sonuçta, yıkımın büyük gösterisine hazırlanıyoruz, yangına ve çürümeye. Bu tüm insanlık için böyle çünkü huzursuzluğun kaynağı tüm insanların ortak ruhsal temelinde yatıyor. İnsanlık bugünün dünyasına uzun bir yoldan geldi ama ‘tepede parlayan şehir’den gittikçe uzaklaşıyoruz.

İnsanların huzursuzluğu; sosyal çürüme..

Din ve felsefe hem bu dünyayı ve hem de öbür dünyayı, politika ise bu dünyayı düzenlemeye çalışır. Bir insanın kendi yaşamını nasıl sürdüreceği ve diğer insanlarla birlikte nasıl iyi bir yaşam sürdüreceği felsefenin temel sorunudur. Bu aynı zamanda politikadır. Felsefe ve dinin üzerinde durduğu temel konu ‘iyilik’ ve ‘kötülük’ oldu. Felsefe şu soruyu ortaya koyar; olanaklı en iyi yaşamı elde etmek için ne yapmalıyız? Eski filozoflar “iyi olmak” ile “mutlu olmak” arasında bir ayırım yapmamışlardı. Özgürlük, eşitlik, mutluluk parametreleri ile ilgili çeşitli düşünceler, siyasi ve sosyal yaşantımıza yön verecek ideolojiler ve yönetim biçimleri getirdi. Örneğin, İngiliz filozof Jeremy Bentham, esas sorunu mümkün olduğu kadar çok insanın en fazla mutlu olacağı bir düzen sağlamak olarak görmüştü. İnsan hayatı mutluluk ve kederin bir karışımı idi. Küçük bir topluluk mutlu olurken, mutsuz çoğunluk hep göz ardı edilmişti. Ahlaki sistemin temeli ve hükümetlerin görevi mutluluğu artırmak ve kederi önlemekti. Günümüz dünyasında iktidarların devlet olgusu ve yönetim şekilleri kadar, insanların siyasi ve sosyal yaşam biçimleri de büyük bir kriz içinde. Dünya genelinde bir sosyal çürüme yaşanıyor ve biz bunun nedenlerini bulmaya çalışıyoruz. Sorun geleneksel din ve akıl ya da laiklik çekişmesi ya da dinin devlet yönetimindeki yeri değil. Ama dini bir yükseliş tüm dünyada yaşanıyor.

Sosyal çürüme hakkında muhafazakâr düşünce, toplumların 80 yılda bir geri sıçradığını (ribaunt) yaptığını söyler. Yeni yaşam biçimi zorlamaya başladığında insanlar eskiye dönmek ister ve din, birden unutulduğu yerden yükselir. Bu nedenle, Ortadoğu’da laik liderler unutuldu ve İslam’ın altın çağını vaat edenlerden geçilmiyor. Aynı çelişki Batıda da yaşanıyor, din yeniden canlanıyor ve alış veriş merkezlerine dahi kiliseler konuyor. Bu kültürel yapılarda ‘kırılma’ değil ‘bükülme’ ise düzelmek mümkün ama yeni restorasyon bir öncekine göre çok daha sert oluyor. Çünkü yeni dalganın aşırı uçlarında radikalizm besleniyor. Medyada her gün değişik bir şiddet ve cinnet belirtisi görüyoruz. Elit kesim ise saklanma ihtiyacı duyuyor. Radikallerin kazanma şansı, kendi elitlerini yetiştirmelerine ve hesap sorulamaz kurumlar oluşturmalarına bağlıdır. Bu yüzden üniversite sistemi ile oynanır, imtiyazlı kurumlar artar, bürokrasi hesap vermez. Yasalar yazanlara hiç olmadığı kadar geniş yetkiler verir. Böylece radikal gücün büyümek istediği verimli topraklar oluşturulur. Tüm insanlık için gerçek tehdit budur.

Tepedeki şehir...

Antik Yunan döneminde halk gündelik hayattan zevk almış ve bu hayatı güzel bulmuştu. Ama dünyanın genel gidişinde insanlar genellikle açlık, sefalet, esaret gibi zor şartlar altında mutsuz bir ortamda idi. Günümüzde uluslararası düzen, çok farklı siyasal fanatizm ve köktenci ideolojilerin umutlarını ve korkularını sergiledikleri bir alan halini aldı. Sorun devletlerin yapısında değil, insanın değişmesi zor olan doğasındadır. Kavgacı, kırılgan ve fani bir zihniyetin yarattığı zorbalığı kökünden çıkarıp atmak mümkün mü? Yaşadığımız gezegeni yok etmekle tehdit eden kanser ya da savaşlar değil, insanın kavgacı düşüncesidir. Dünya genelinde yaşanan ahlaki çöküşün altında bu kavgacılık ve dini fanatizm var. İnsanlar hayal kırıklığına uğradıklarında ve beklentileri karşılanmadığında bir çeşit kültürel kötümserlik içine girerler. Hatta kendi kültürüne karşı bir eğilime girer, alternatif olmayan bir nefret kültürü içinde hareket etmeye başlarlar. Bu yüzden, medeniyet ile kibarlık ve medeni toplum arasında fark vardır. Medeniyet; olma durumu, kibar (medeni) olmak; ise yapma durumudur. Medeni toplumlar medeni kişilerden oluşmalıdır ama insanların derinliklerinde medeni olmayan güdüler hep vardır. Geçmişten bugüne her büyük kral, en güzel prensesler, en iyi şairler, en kutsal öğretmenler, bu derinliklerinde çıkmayı bekleyen görgüsüzlüğe, kabalığa yenik düştüler. Bu yüzden, medeniyet ve medeni olan ters bağlantı içinde olabilir. Örneğin 17. yüzyıldaki XIV. Lui Fransası her yönü ile zengin, parlak, akıllı, muhteşem, güç merkezi, etki ve cazibe alanı idi ama medeni değildi. Katı ve acımasız kültür, ülkeyi çöküşe getirdi; giyotinle kafalar kesildi, monarşinin yerini Cumhuriyet aldı.

Bugün etiketler, imajlar, gösterişler yani görgüsüzlük dünyasında yaşıyoruz. Medeniyet gelişmiyor, öğrendiklerimiz ve yayılan bilgilerle barbarlığa gidiyoruz. Üstelik barbarlık doğanın gerçek hali imiş gibi romantize ediliyor. Görgüsüzlüğün temelinde ise romantizm değil, medeniyetin karşıtı olan her zaman ve her yerde yaşadığımız ego ve kabalık patlaması var. Medeniyet en üst zirveye çıkabilir ama medeni olan ondan daha uzaklaşmış olabilir. Aşırılıklar hem yüksek hem de düşük kültürde miyopluk, sıkılganlık ve ahlaki düşüş getirir. Bu da görgüsüzlüğün ve bayağılığın kaynağıdır. Yaşanan düşüş ve distopya, Puriten dönemini ve “düşüş teorisi”ni hatırlatıyor. Teoriye göre; yeni nesiller yoldan çıkmıştır, düşüş ve yok olmak için tüm koşullar sağlanmıştır. Ancak, düşüşünde bir eğimi ve zirvesi vardır; düşüş her zaman sürekli olmaz bazen yükselir ve sonra gene düşer, ama tarihsel düşüş devam eder. Bu düşüş sadece cüzdanlarda ve devletin yönetiminde olmaz, her şey ümitsiz hale gelir. Puritenlere göre tepedeki parlayan şehre ulaşmak için sahip olmanız gerekenler; iyi davranış, ölçülü olmak, zekâ, bilgi ve ince zevkti. Ama bu yolda her gün erdemli olmayı becermeniz zordur. İçinizdeki güdüsel kabalıklar ve itibar merakınızdan çok, sosyal kuvvetler sizi yolunuzdan alıkoyabilir.

Sonuç..

İşimiz bir tür tarih polisliği. Hiçbir politika, din ya da felsefe sistemi toplumu dışarıdan değiştiremez. Ancak ve ancak bireysel bir devrim, yeni bir psikolojik doğuş, her insanın tek tek, hücre hücre, benliğindeki yaralarının sarılması bizi daha refah içinde bir gezegene, daha zeki, daha doğru, daha mutlu bir medeniyete taşıyabilir. Geldiğimiz noktada sevgi, dostluk ve romantik aşk beklentilerinin olduğu modern çağın geçmiş güzel günleri çok gerilerde kaldı. Birileri çağımızı mazide kalan bir dönemin biçimine indirgemeye çalışırken, kalplerimiz ateş ve nefretle hızla besleniyor. Aklıma Mao’nun Çin ayaklanması öncesi söylediği şu meşhur sözler geliyor; “.. her yerde kaos var, durum mükemmel..” Tüm uygarlık değerlerinin ve toplumsal yapının yerle bir olacağı dönemin yani sonun başlangıcındayız. Hala tarih boyunca filozofların sorduğu soru karşımızda duruyor; olanaklı en iyi yaşamı elde etmek için ne yapmalıyız? Ya da mutluluğun monotonluğu bir çözüm mü? Tarihin sonunun sonunu beklememeli, bunu kendimiz yazmalıyız. Boşluğun delik parçalarını bir araya getirelim. İşe erdemli olmak ve sevgiyi rehber edinmekle, tüm insanların birlikte olacağı mutlu bir dünyayı, tepedeki şehri hayal etmekle başlayalım. Yaşam ancak geçmişin karmaşasından, asalak eklektizmden arındırılırsa normal evrimine devam edebilir.