Travma Yaşayan Devletler

Prof. Dr. Sait Yılmaz

                                                                                                                           “Her milletin bir altın çağı vardır.”
Devlet, yaklaşık 10.000 yıl önceye, Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk tarım toplumlarına kadar uzanan eski bir sosyal kurumdur. İyi yetiştirilmiş bürokrasiye sahip devlet, Çin’de binlerce yıl varlığını sürdürmüştür. Büyük orduları, vergi toplama gücü ve geniş topraklar üzerinde egemenlik yetkesi uygulayan merkezi bürokrasisiyle modern devletin Avrupa’da ortaya çıkışı ise, daha yenidir ve dört-beş yüz yıl öncesine, Fransız, İspanyol ve İsveç monarşilerinin dönüşümüne uzanır. Böylece bugün de devam eden ‘devlet merkezli’ uluslararası sistem başlamıştır. Bu gelişmeler sayesinde devletler; bürokratik, diplomatik ve askeri kurumsallaşmaya yöneldi. Günümüz devletlerinin yalnızca onaltısı, yüzyıllara uzanan yapıda tarihi bir devlet yapısı göstermektedir. Devletler ebedi değildir; oluşumun, değişimin ve de zamanın geçişindeki tarihi olaylara yenik düşerler. Modern politikacıların görevi; devletin gücünü ehlileştirmek, devletin faaliyetlerini hizmet ettiğini halkın rızası doğrultusunda yürütmek ve nihayet özgürlükleri ve adalet olgusunu korurken, refahı ve eşitliği artırmaktır. Bugünün devletleri öncesinde pek çok savaş ya da felaket ile nüfusunun önemli bölümünü kaybetmiş, travmatik devletlerdir. Travmatik devletlerin hafızaları geçmişin acı hatıraları ve dersleri ile doludur ve bu hafıza onların bugününe ve geleceğine de yön vermektedir. Bu makalede, travmatik devletleri ele alacağız.

Devletlerin kaderi

Afrika’dan farklı yönlere dağıldık, bereketli yerlere geldik ama birbirimizden ayrıldık. Deri, göz, kafataslarımızda küçük farklılıklar ortaya çıktı. Bu farklılıklarda güneşi nasıl aldığımız, manyetik etkiler ve coğrafya koşulları da etkili oldu. M.Ö. 2250’lerde Sarı nehri etrafındaki Çin’inde lider seçiminde bilgeliğin esas olduğu filozof krallar, Dicle ve Fırat’ı içine alan Mezopotamya’da hiyerarşinin hâkim olduğu aristokrasi, Nil nehri kıyısındaki Mısır’da ilk imparatorluk dönemi yaşanırken, İndus nehri etrafındaki Hint dünyasında ise demir çağı başlar. İnsanlık tarihinde yaklaşık 20 büyük uygarlık ortaya çıktı ve bunların on dördü öldü ya da ölmek üzere. İşgalciler onların uygarlıklarını önce güç kullanarak dağıttı, düşünceleri ile kültürlerini değiştirdi ve sonunda yuttu. On iki ölen ya da ölmekte olan uygarlığın altısı Avrupalılar tarafından imha edildi ve Batı uygarlığı kültürü içinde erimekteler. Bu uygarlıkların dışında, Afrika’dan Avustralya ve Amerika’ya sayısız halk da uygarlıklardan daha kolay bir şekilde yok edildi veya Batı uygarlığına asimile oldular. 
Bir imparatorluğun kurulması ve sürdürülmesi, genellikle büyük kitlelerin katledilmesi ve geriye kalanların da zalimce bastırılıp yaşadıkları yerlerin kaynaklarının seçkinlerce sömürülmesi anlamına gelir. İmparatorluğun kuruluşu kendi için değil, kendinde iyidir. İmparatorluk, kendi başına güç temelinde değil, gücü hakkın ve barışın hizmetinde gösterme kapasitesi temelinde oluşur. Geçmişteki kültürlerin çoğu, er ya da geç, onları tarihin çöplüğüne gönderecek acımasız imparatorluklara yem oldu. İmparatorluklar genellikle halkların kültür birikimlerinden mümkün olduğu kadar çok şey alan melez medeniyetlere dönüştüler. Tebaa halkları için bu dönüşüm epey sancılıydı çünkü kendi kültürlerinden acı içinde ayrılırken, imparatorluk seçkinlerinin onları “biz”in bir parçası olarak görmeleri on yıllar alabiliyordu. Aslında sıradan insanlar için tarihin büyük bölümü kahramanlık destanı değil, açlığını yenmek için bir hayatta kalma savaşı idi ve pek çok utanç yaşandı. İmparatorluklar çağında da pek bir şey değişmedi. 
Normal olarak tarihteki büyük devletlerin, krallık ya da imparatorlukların yaşam seyri şu şekilde olmuştur; 

  • Sefalet ve felaketler içinde savaşlar ile büyüme,
  • Daha fazla büyüme, genişleme ve istikrar arayışı,
  • Refah ve bolluk toplumu,
  • Gittikçe halkı ve diğer ülkeleri umursamama, pervasızlık, yolsuzluk,
  • İsyanlar, savaşlar, sefalet ve felaketlere dönüş,
  • Göçler, imparatorluk bakiyesinin başka milletler içinde yaşamaya devam etmesi, imparatorluktan geriye daha küçük ama farklı bir devletin ortaya çıkması.
  • Bu sıra ülkelerin kültürel kodlarına, tarihsel çizgilerine, coğrafyanın özel koşullarına göre değişebilir. 

Her uygarlığın genişleme süreci merkez bölgede başladı ve zamanda çevre bölgelere ulaştı. İlginç olan sonradan ele geçirilen çevre bölgeler merkeze göre daha zengin ve daha güçlü oldular. Bu yüzden, genişleme döneminden çatışma dönemine geçildi. Nihayetinde çoğu uygarlığın genişleme hızı her yerde azalmaya başladı.

Uygarlıkların çöküşü genellikle şu aşamalardan geçti;

  • Genişleme hızının düşmesi,
  • Artan gerilimler ve sınıf çatışmaları,
  • Gittikçe daha sık ve daha şiddetli emperyalist savaşlar,
  • Artan irrasyonellik, kötümserlik, batıl düşünceler ve diğer dünya arayışı.

Bütün bu olgular önce merkez, daha sonra çevre bölgelerde ortaya çıktı. Genişlemenin azalması ve çatışma dönemi, çağın başka özelliklerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Genişlemeye uyum sağlayan insanların düşünceleri ve sosyal örgütlenmeleri, genişleme hızı düşünce yeni duruma kendini uydurmada güçlük çekti. Bu da sosyal sınıflar ve siyasi kurumlar arasında şiddete yol açtı. İç isyanlar ve savaşlar, katliamlar ve soykırımlar getirdi. Sonunda yaşanan travmalar, yüzlerce yıl da geçse milletin hafızasından çıkmadı. Bugün, bunların bir kısmı eski günlerine dönme hayalini hala içlerinde bir ülkü olarak korusa da, pek çoğu artık barış içinde yaşamak için kültürünü değiştirdi. Şimdi bu ülkelerin öne çıkanlarını tarihsel kodları üzerinden ele alarak, yaşadıkları travmaları ve yapmaya çalıştıklarını ele alacak, sonuçta bazı dersler çıkaracağız.
Devletler ebedi değildir; oluşumun, değişimin ve de zamanın geçişindeki tarihi olaylara yenik düşerler. Döngüsel tarih içinde idealin ideal olmayan dönüşmesi kaçınılmaz bir süreçtir. İspanyol ve Osmanlı İmparatorluklarının çok hızlı büyümeleri, sınırlarını çok genişletmeleri ve sonuçta imparatorluğun tuğlaları arasına ‘harç’ koymaya imkân bulamamaları nedeniyle çöküşe geçtikleri söylenebilir. Ortak bağların olmaması ya da zamanla unutulması çürüme yapmakta, başlangıçtaki erdemlerini kaybetmektedir. ‘İlerleme ruhu’ kısa ömürlüdür ve sonsuz çaba gerektirir, bununla beraber ‘yozlaşma kaynakları’ kalıcı ve sayısız olduğu için gerileme ve çöküş kaçınılmazdır. Gelecekte geniş topraklara ve büyük kaynaklara sahip olanlar değil, düşünce ve teknoloji üreten uluslar dünyada hâkim konumda olacaktır. Bir yanda bilgi ve iletişim kaynaklarına sahip olan ve zamanla yarışan ülkeler; öte yanda ise, elektronik devrimden uzak kalmış ülkeler bulunacaktır.
Çağımızın travmatik ülkelerine baktığımız zaman, ortak özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz;

(1) Tarihte bir zamanlar, büyük imparatorluklar/devletler kurmuşlardır ve tarihlerinin bu dönemine hala özlemle bakmakta hatta bir benzerini kurabilmek için tarihsel kırılmaları beklemektedirler.
(2) Yaşadıkları katliam ve soykırımlar ile büyük toprak ve nüfus kaybetmişler, göçlerle birlikte ülke kimliği homojenliğini kaybetme riski ile karşılamıştır.
(3) Daha büyük güçlerin gölgesinde edilgen hale gelmişler, dış politikalarını bu devletlere göre dizayn etmek zorundadırlar.
(4) Bu devletler için hala beka (hayatta kalma) en öncelikli güvenlik meselesidir.
(5) Bağımsız ve revizyonist politika izlemeleri için ulusal güçleri ve kapasiteleri yetersizdir.

En zengin toprakları 19. yüzyılda ABD tarafından zorla elinden alınan Meksika, ABD’nin yakın gözetimi ve denetimindedir. Meksika petrolü, rejimi, ekonomisi ve sosyal hayatı ABD’nin şantajı altındadır.
Toprakları Meksika gibi Polonya’nın da ulusal stratejisi tarihsel olarak korku ve ümitsizlik üzerine kurulmuş, en önemli sorunu ulusal kimliğin ve bağımsızlığın korunması olagelmiştir. Polonya, hala Rus tehdidi karşısında titremektedir. Almanya’nın kıpırdanması da Polonya’yı endişelendirmektedir. Polonya, bir yandan bölgesel güç olmaya çalışmakta, diğer yandan haritadan silinme korkusu yaşamaktadır.
1864’teki savaşta erkek ve özellikle genç nüfusun büyük bölümünü kaybeden Danimarka, yayılmacı bir büyük devlet olmaktan sıradan bir devlete dönüştü. Bu öyle bir büyük travma yarattı ki 20. Yüzyıl boyunca bütün savaşlardan uzak durmaya çalıştılar.
İsveç, Rus savaşları tarihteki en büyük travmasını yaşadı ve bu travmanın izleri Rus şantajına karşı uzun süre kaldığı tarafsız konumdan NATO’ya geçiş ile yaşanıyor. Diğer travma ise 19. yüzyılda yaşanan kıtlık sonrası önemli bir nüfusun ABD’ye göç etmesi oldu.
Dünya, 30 yıldır Sovyetler Birliği’nin çöküşünün sonuçları ile uğraşıyor ve ne Batı eski Sovyet coğrafyasına kendini uyarlayabildi ne de Ruslar dünyanın geri kalanı ile ilişkilerini bir düzene koyabildi. Putin’in kafasında Sovyet ve Çarlık Rusyası söylemleri üzerinden inşa edilmiş bir “Rus İmparatorluğu” fikri, aslında Rusya’nın kurtuluşu açısından son çare olarak görülüyor.
II. Dünya Savaşı ve Almanya’nın işlediği soykırımlar, Avrupa’da yaklaşık 35 milyon insanın canına mal oldu ve II. Dünya Savaşı sonrası yapılan anlaşmalar ile pasifist bir politika izledi. Ancak, Alman başbakanının son açıklamaları zaten ekonomik alanda hayata geçmiş Avrupa’daki üstünlüğün siyasi ve askeri yönlerinin de tamamlanacağını gösteriyor. 
Hollanda tarihinde 1585-1702 yılları arasındaki döneme Hollanda Altın Çağı denir. Ancak, bugün modern ve gelişmiş bir ülke olmakla birlikte eski günlerine dönme kapasitesi yoktur. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan trajedi bu ülkeyi büyük ölçüde ateist hale getirmiştir.
Yunanistan, kapasitesi olmamasına rağmen kendini hala Bizans İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak görmekte ve Megali İdea peşinde ısrarlı politikalar izlemektedir.
Yunanistan gibi aşırı milliyetçiliğin revaçta olduğu Ermenistan büyük nüfus kaybına uğradı ve ekonomisi çok kötü durumda. Ermenistan’ın gelişmesi komşuları ile ilişkilerini her alanda işbirliği haline oturtmasına bağlı.
Uzak Doğu’da tıpkı Almanya gibi ekonomik gelişmesini tamamlamış Japonya, Asyalılaşma politikası ile birlikte bir yandan büyük güç olma yönünde silahlı kuvvetlerini geliştirirken, Çin ile savaşa hazırlanmaktadır.
ABD, Güney Kore’de II. Dünya Savaşı sonrası ülke inşası yapmış, din, eğitim ve kültürünü yeniden kurgulamıştır. Birleşme çabası içindeki Kuzey Kore’nin emperyalizm ile mücadelesi devam etmektedir. Büyük güçler bu ülkeyi bölünmüş tutmak istemektedir. 
Tarih boyunca büyük göçler ve sürgünler yaşamış Yahudiler, II. Dünya Savaşı esnasında yaşadıkları soykırımın travmatik etkisini hala yaşıyorlar. Ancak, Ortadoğu’daki güç boşluğundan yararlanarak bölgesel güç rolünü oynarken, diasporası ile küresel hesaplar peşinde olan bir ülke konumunda.
Zengin bir tarihi birikimi olan İran’da Molla rejimi ile birlikte fetret devri yaşanıyor. Halen İran halkı, içeride özgürlük ve demokrasi yolunda büyük bir mücadele vermekte. İran’ın sorunları yeni bir devrimden sonra da bitmeyecektir.
Tarihsel olarak kendisini her zaman dünyanın en büyük gücü gören Çin ise, binlerce yıllardır yakın coğrafyasına uyguladığı bu protokolü şimdi de tüm dünyaya uygulamak için kurnaz yöntemler peşindedir. 
Tarih boyunca pek çok imparatorluk ve devletler kurmuş Türkler için ise şimdi birleşme zamanıdır. Birleşeceğimiz coğrafya Türkistan, hedefimiz Turan’dır. Ancak, kimlik problemleri ile meşgul Türkiye bu vizyon için gereli entelektüel, siyasi, ekonomik ve askeri kapasiteyi geliştirmelidir. 
Bir özet yapacak olursak, travmatik devletleri şu şekilde sınıflandırabiliriz;

(1) Travmayı atlatmak konusunda umudu kesmiş, kabullenmiş ve büyük hedeflerden vazgeçmiş ülkeler; Meksika, Kanada, Polonya, Danimarka, İsveç, Hollanda, Ermenistan, Moğolistan, 
(2) Henüz kapasitesi yeterli olmadığı halde irrasyonel olarak büyük heveslerin peşinde olanlar; Yunanistan, Türkiye, Kore, İsrail, İran,
(3) Travmayı atlattıklarına ve tarihin dönüm noktasında olduklarına inananlar; Çin, Almanya, Japonya, Rusya.

Devletler eninde sonunda yıkılır ancak geride zengin ve kalıcı bir miras bırakırlar. Genellikle çökenin yerini yeni bir imparatorluk alır. Bir imparatorluğun çöküşü tebaa halklar için bağımsızlık anlamına gelmez. Büyük imparatorlukları yok eden faktörlerden biri içteki huzursuzluklar ve isyanlardır. İmparatorlukların büyümesinin önündeki en büyük engel sıradan insanların (halkın) korku nedeni ile liderlerini kontrol etme yeteneği oldu. Ancak, din, ırk, dil farkı gözetmeden insanlar paranın etrafında birleşebildiler. İnsanlığı birleştiren “para” ve “devlet” kavramlarının yanında her ne kadar bugün çoğunlukla, ayrımcılık, anlaşmazlık ve savaş kaynağı olarak görülse de “din” insanları birleştiren üçüncü unsurdur. Din esas olarak; iktidar, para ve şehvet ile ilgilenir ve din kurumları genellikle bu üç olgunun düzenlenmesinde iktidarların asalağı ve meşruiyet sağlayıcısı olmuşlardır. Devlet, hala insan hayatının düzenlenmesi için tek çözüm oldukça, milliyetçilik ve din en büyük insanlık çelişkisi olmaya devam edecektir.

Meksika

11. yüzyılın ortalarında Orta Amerika’da öyle bir kuraklık vardır ki, uzak dağların arkasında daha önce varlığı bilinmeyen kabileler haritayı yeniden çizmeye başlar.  Bunlardan biri, Tanrıları Huitzilopochtli tarafından tarif edilen yeni anayurtlarını aramaktadır. Önce yıkılmış Tollan şehri yakınında Chapultepec adlı bir tepeye yerleşirler ama çevredeki kabileler onları yener ve bu insanları arasında bölüşür. En büyük grubu ise en yakın kent olan Colhoucan’ın kralı kendi vasalı yapar. Onları kayalarla ve yılanlara dolu verimsiz bir ovaya yerleştirir. Krala iyi hizmet ederler ve bir gün Kral Achitometl’e kızını tanrıça yapmak istediklerini söylerler. Kral kabul eder ve prenses büyük bir törenle Tizapan’ın en yüksek yerine götürülür. Emanet edilen prenses öldürülür ve derisini yüzülür. Derisi bir rahibe giydirilir. Kızının başına gelenleri öğrenen kral onları daha feci bir son için öldürmektense, Texocco Gölü’ne sürer. Burada tuzlu su sazlıkları içinde yaşamak imkânsızdır. Ancak, Texocco Gölü’nde Tanrıların bu kabileye verdiği işaret gerçekleşir; “Bir kaktüsün (tenochtli) üzerine tünemiş, gagasında yılan tutan bir kartal görmeleri” bu kabileye yolculuğun sonuna geldiklerini gösterir. Artık yerleşecekleri yeri bulmuşlardır. Bu sığınmacılar önce Aztek olur, sonra da bugünkü Meksika halkının kökeni. Hiçbir zaman huzurlu olamazlar, kendi içlerinde de geçinemezler.
    Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;
    https://www.academia.edu/95019733/Travma_Yaşayan_Devletler