Türklerden neden filozof çıkmıyor?

Prof. Dr. Sait Yılmaz

Ekselansları sizi dünyanın yeni dinine,
bilime davet ediyorum.”
II. Mahmut’a Avrupa’dan yazılan mektup (1830)

Filozof, yaşamın anlamını bulmaya ve bu anlama uygun biçimde yaşamaya çalışan kimsedir. Felsefenin amacı da yalnızca kuramsal (teorik) bilgi elde etmek ve yaymak değil, aynı zamanda doğru davranışlarda bulunmamızı sağlamak, ahlaklı yaşamanın yollarını öğretmektir. Bu aslında eski tür bilgeliktir. Öldüğünüz zaman gözünüzdeki ışık gider ama bazılarınızın gözündeki ışık, dünyaya gelmeden önce de sonsuza kadar alınmıştır. Platon’a göre; filozof, (kozmik) ışığı gören ve bunun tadını çıkarmak yerine insanlara yardım etmek için çalışan kişidir. İnsanları karanlıktan çıkarmaktaki sorun, filozofun güneşin parıltısından ya da kederden kör olmasına neden olan şey, neyin gerçek neyin illüzyon olduğunu karıştırmasıdır. Gerçekler size çok soluk resimler halinde görünür, onları netleştiren bilgi ve akıl’dır. Filozofun görevi, görünenler ve görünmeyenler dünyasının nihai doğası veya sebebiyle ilişkisini kurmaktır. Modern anlamı ile filozof, felsefe yapan kişidir; felsefeci ise felsefeyle ve felsefe tarihiyle ilgilenen kişidir. Filozofun felsefe yapması için sadece düşünmesi yeterlidir, felsefe tarihi bilmek zorunda değildir. Felsefecide varlıkla ilgili hangi görüş ne der sorusunun cevabı vardır. Filozofun ise varlıkla ilgili kendi cevapları vardır. İyi bir filozof olmak için iyi bir felsefeci olmak, kendinden öncekilerin nasıl görüşler ortaya attığını bilmek gerekebilir. Felsefeci felsefi düşünce üretmez, filozofların düşüncelerini tartışır. Filozof olmak için akademik bir eğitim gerekmez, felsefeci ise akademik eğitime muhtaçtır. 
İslamiyet öncesi Türklerde, Çin ve Hindistan gibi Doğu kültürlerinde pek çok örneği görülen, özellikle devlet yönetimine ilişkin ‘bilgelik’ öne çıkar. İslamiyet sonrası Türkler de Farabi veya İbni Sina gibi önemli isimler ortaya çıksa da bunlar Orta Çağ’ın İslam felsefesi içinde felsefeyi ya Aristoteles gibi eski Yunan düşünürlerinin görüşlerini yorumlamak ya da bu görüşleri dini doğrulamak için kullandılar. Anadolu Türklerinde 14. Yüzyıldan itibaren başka bir insan tipi (Osmanlı-Müslüman) ortaya çıktı ve pozitif bilimden kopuş ile birlikte felsefeye de uzak durduk. Modern Türkiye’de ise önemli felsefeciler yetişti ama filozof diyebileceğimiz biri olduğu tartışmalı. Esasında ‘Felsefeci’ dediğimiz şey, felsefe tarihçisidir. Üniversitelerde akademisyenlik yapan kişiler, okullardaki felsefe dersi öğretmenleri hep felsefe tarihi eğitimi almış kişilerdir. ‘Filozof’ kendine özgü bir felsefi ekolü ortaya koymuş kişidir. Çok az felsefe tarihçisi filozof kabul edilebilir. Felsefe ile Türk ya da Hint bilgeliğini, dini ve mitolojiyi birbirinden ayırmalıyız. Felsefe, her şeyin bilgisidir ve dogmalara dayanmayan özgür düşünce ile üretilir. Batı dünyasındaki üniversitelerin ve İslam dünyasının aydınlık olduğu yıllardaki ve elbette Anadolu Selçuklu dönemindeki medreselerin kökeni olan akademiler Platon’un Akademisiyle başlamıştır. Sonra öğrencisi Aristoteles’in lisesi geldi. Aristoteles, sistematik düşünce, mantık ve büyük olasılıkla da ders programlarıyla eğitim kurumlarının kurucusudur. 
İnsan düşüncesinin aydınlatmaya çalıştığı üç fikir alanı vardır; doğru, iyi ve güzel. Doğru, hem bilimin hem felsefenin konusudur. İyi, ahlakla ya da davranış kurallarıyla ilgilidir. Güzel’i gerçekleştiren sanat, araştıran da estetiktir. Bu üç alan yaşamımızda bir bütün oluştururlar. Aktif bir yaşam, insana değerlerini yaratıcı çalışma ile gerçekleştirme fırsatı verme amacına hizmet eder. Buna karşılık eğlenceden oluşan pasif bir yaşam ise ona güzelliği, sanatı ya da doğayı içine alan yaşantılarda doyum bulma fırsatı verir. Bugünün insanları, gerçekliği olmayan bir sanal gerçeklik içinde anlık hazlarla zaman geçiren ve süratle tüketen insanlar oldu. Aklın ve sanatın olmadığı her yere, maddiyatçı ve faydacı bir anlayışla süratle ayak uydurmaktayız. Bilgisizlikten gocunmayan, bilene ve bilgiye hürmet etmeyen, bilgi edinmeyi gereksiz gören kibirli, küstah ve saldırgan, sözde maneviyatçı bir cehalet toplumu ve linç kültürü içindeyiz. Bilgisiz anlamının ötesinde bilmeye dirençli ve kapalı olan bu tavır, bir tür akıl tutulmasıdır. Bugünün Türkiye'sinde bırakın bilgeliği, aydın sınıfı bile yok oluyor. 
Kendini bilme kendi ruhunun bilgisine sahip olmaktır. Ruhun bilgisi, insanı yanılgısız olana, değişmeyen olana yönelten bilgidir. Bu Tanrıya yaklaşmanın yolu ve Tanrılar sofrasında yer isteme talebidir. Tanrı, olup biten ve olacak her şeyin olanaklılığını, insan (filozof) ise olup biten ve her şeyi bir arada görebilmeyi temsil eder. Tanrıya ancak bu kadar yaklaşabiliriz. Sokrates ve Yunus Emre’nin “kendini bil” sözü, insanın kendini ruhsal bir tecrübe içinde yeniden sorgulamasını ve ahlaki yönden yeniden oluşturmasını içermektedir. Böylece medenileşme yolunda kişinin istediği şey, olumlu değerlere yükselmektir. Adaletsizliğe, kötülüğe karşı savaşmaktır. Halk hikmetinin, felsefi düşünüşün ve büyük dinlerin hedefi budur. Akıl ve Gerçek ilişkisi zamanın ruhuna bağlı olarak bugün ‘Gerçek Ötesi’ ya da ‘Hakikat Sonrası (Post-Truth)” dediğimiz yeni bir paradigmaya oturdu. “Aklın yolu birdir” deriz ama aklın hakiki yolunu kestiremiyoruz çünkü “hakikat” nedir sorusu hala ortada. Hakikatin kendini açığa çıkarması, gizlemesi ya da açığa çıktığı sanılan görüngünün doğurduğu yanlışın cezasını çekmek insanın yazgısıdır. İyilik ve gerçeklik arasındaki uyum hep var olur. Bunlar aynı öze ve niteliklere sahiptir. Bu makalede, önce felsefe, din ve bilim ilişkisini Batı felsefesi gözünden ele alacak, sonra eski Türklerin bilgeliğinden başlayarak, İslamiyet sonrası Türklerin yaşadığı değişimler çerçevesinde, Osmanlı’dan Modern Türkiye Cumhuriyeti’ne felsefe alanında geldiğimiz aşamayı sorgulayacağız.

Eski Türklerde Bilgelik

Bilge kelimesi günlük dilde dünya ile uyumlu, kendi kendine yeterli, bilinçli yaşayan ve eylemlerini düşünerek yapan insan anlamında kullanılır. Akıllı ve bilgili insan deyimiyle de eş anlamlıdır. Bilge, doğru ve akla uygun karar verebilen bir kimsedir. Bilgelik ise, bilge kişinin özelliğidir. İnsanlar bilgi edinerek bilge olamaz; ancak bilgiyi iyi uygulayabilir ve hayata geçirebilirse bilgelik yoluna girebilirler. Bilge insanlara göre her şey insanın tekâmülü için vardır. Bilge kişi, kötü olaylardan ders alarak olayları kendini geliştirme fırsatına dönüştürür. Kendisine ve diğer insanlara faydalı olan bilgileri taşır. Öncelikle iyi bir insan olmanın yollarını arar. Bilgelik akla uygun davranmak, doğaya uygun davranmak, örnek insan olmaktır. Bilgelik terimi, tarih boyunca birçok anlamlarda kullanılmıştır. Felsefenin ilk adı da ‘bilgelik’tir. Türk tarihinde oldukça fazla bilge olarak niteleyebileceğimiz kişi vardır. Bu bilgeler Türk devletlerinin kuruluşunda etkin rol oynamışlardır. Türk medeniyetini eserleriyle çeşitlendirip, zenginleştirip güçlü kılmışlar; fikirleri ve hayat tarzlarıyla birlik bağlarımızı ve sosyal dokumuzu örmüşler, bizi büyük bir coğrafyada millet yapmayı başarmışlardır. Bilgeler dönemini vermiş oldukları öğütlerle aydınlatmışlardır. Oğuz Kağan Destanında Oğuz’un akıl hocası Uluğ Türk yol gösterici bilgedir. Kutadgu Bilig’te bilge kişiler hakanlarla bir tutulmuştur. Bununla ilgili Kutadgu Bilig’te şunlar yazılıdır:

“Bilgi, kimya gibi, her şeyi toplar,
Akıl konağıdır, her şeyi saklar.”
“Akıl bir meş’ale, kara gecede,
Aydınlatır seni, ışık bilgide.”
“Dünyada iki tip, saygın insan var,
Bir bilgin, bir de Bey, sayar insanlar.”
“Bilgisiz benim, yok hiçbir sözüm,
Ey bilgin, kölenim, senindir özüm.”

Türk mitolojisinde bilgi büyük bir güçtür. Bilgelik ise bu gücün kullanılması ve aktarılmasıdır. Bilgi, bilgelik için gerekli fakat yeterli bir unsur değildi. Türklerde bilgelik; doğru ve faydalı bilginin hayata dair öğeler için kullanılmasıyla ortaya çıkar. Bilgelikte sözlerden çok uygulamalar önemlidir. Türk mitolojisinde bilge, kimsenin bilmediğini bilen ve düşünen kişidir. Mitolojik öğe olarak yeraltı ve yerüstü her şeyin bilgisine sahiptir. Türklerde Şamanizm’in de temelini oluşturan Bilgelik kavramı bilgeden türemiştir. Yol gösterici, zengin bilgiye sahip manasına gelen bilgelik, mitolojide kahraman tipi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilge tipi; genellikle vezir veya danışman niteliğinde olup, hakana yol gösteren kişilerdir. Türkler bilgiye ve bilgelere verdikleri değeri atalar sözünde de günümüze kadar taşımayı bilmişlerdir. Türk mitolojisine göre en büyük bilge “Tanrı”dır. Tanrı ile birlikte halk arasında bilgelik vasfı devletin başına kut alarak gelen “insanoğlu kağan” ve zaman zaman halka yol gösteren “bozkurt” ile de anılır. Türklere göre Gök Tanrı’nın da üstünde bir yaratıcı vardır. Bu nedenle de göğe renkli bir sıfat vererek Gök Tanrı demişlerdir. 
Türklerde kağanların unvanı olarak geçen “Bilge” ve “Türk” unvanları Türk kağanlarının genel özellikleridir. Göktürk yöneticilerinden Tonyukuk için de “Bilge” unvanı kullanılmıştır. Burada kullanılan “Bilge”, Tonyukuk’un adı değil daha çok “Bilgelik” derecesine erişmesi vesilesiyle hak kazandığı unvandır. Vezir Tonyukuk, Bilge Kağan ile birlikte devletin kuruluş sürecine dair şöyle demektedir;
“… Kağanımı teşvik edeyim, akıl vereyim, diye düşündüm.. Tanrı (bana) bilgi verdiği için ben özüm, kendi kağanımı kızıştırdım.” 
Buradan da anlaşılacağı üzere Tanrı Türk kağanlarına milletini yönetebilsin diye şans ve bilgi verirken halktan gelen vezirlere de bilgi ve akıl vermiştir. Türk kağanlarının en büyük özelliklerinden birisi “bilgelik” idi. Örneğin Asya Hun Devleti hükümdarı Mete’nin sağında ve solunda Çinlilerin “Hsien-wang” olarak tercüme ettikleri“ Bilge-Prensler” yer alıyorlardı. Hunlar Döneminde kullanılan “Bilge” unvanı Göktürkler ve Uygurlar Döneminde de kullanılmıştır. Burada vurgulanmak istenen “Bilge-Prens” unvanı ile aynı zamanda kağana yardımcı yönetici ve ordu kumandanı olmak kastedilmektedir. 
Türk mitolojisinde ve halk kültüründe bilge olarak nitelenebilecek diğer bir görev ise Bey’dir. “Bey” kelimesi “Big” şekliyle “Koruyan” anlamına da gelmektedir. “Bey” kelimesi Tanrı anlamına gelen Türkçe “Bag”dan türemiştir. Beylik müessesesinin ilk başlangıcında Beyler kâhin rolünde de bulunmuşlardır. Dini törenleri yönetmişlerdir. Tanrı adına toplumu yönetmiş ve onlara yol göstermiştir. Beyaz bir elbise giyerek diğer toplum bireylerinden ayrılırlar.

Osmanlı’da Felsefe ve Pozitivizm

Türk düşünce yaşamı İslam ile birlikte değişime uğradı. Yeni dinin buyrukları ile Türk töresi ve kültürü arasında uyum ihtiyacı mezhep ve tarikatların doğuşunu hazırlamıştır. Bu dönüşüm özellikle 11. Yüzyıldan itibaren Türk bilim odağının yavaşlaması ve düşünce odağının öne çıkması ile belirginleşti. İlim hayatı artık Anadolu medreselerinin sönük etkinliklerine bağlı kalmıştı. İhtisas sahibi olabilmeleri için ilim adamlarının İran, Orta Asya, Suriye ve Mısır’a gitmeleri gerekiyordu. Böyle olunca da o kültürlerin etkisi altında kaldıklarından Osmanlı’da Türk benliği uzunca bir süre yerini ‘Osmanlı Müslüman’a bıraktı. 
Türklerin, Arapların bulunmadığı yerlerde (Anadolu) yurt edinmeleri dini konularda daha bağımsız düşünceler üretmelerine, Türk kültürünü korunmalarına çok uygun bir ortam hazırladı; Türk tasavvufu, Türk hümanizmi, Alevilik, Bektaşilik serbestçe doğup, gelişti.
Osmanlı medreselerinde bir süre sonra Maturidi yerine aklı ikinci planda kabul eden Eşari ilm-i kelamı okutulmaya başlanmış ve bundan sonra akli düşünceden, hür ve girişimci iradeden giderek uzaklaşılmıştır. 17. Yüzyıldan itibaren medreseler sadece dini eğitim veren kurumlar haline geldi. 
Tasavvufun en önemli özelliği, bilgi kaynağı olarak kullandığı duygu ve sezgilerden spekülatif, doğruluğu test edilemez bilgi üretmesidir. Fakat bu hareket de eleştirmeci bir yöntemle yürüyerek, İslam’da değişiklik yapmak yoluna girmemiş, ya sırlı bir şekilde Bâtıniliğe bir pencere açmış ya da halk arasına düşerek, tarikat çevresi içinde yayılmıştır. Tarikat haline dönüşen bu düşünce akımları, halka varabilmek için soyut düşünme ve içine dönme ile birlikte bir de zikir gibi mekanik ayinler koyma yoluna gitmiştir. Ortaya koydukları fikirleri Kuran’da benzer buldukları ayetlerle uzlaştırmaya çalışmışlardır. Tasavvuf, eğitimsiz halkın duygusal ve düşünmezlik yapısına uygun düşmüştür.

İslâm felsefesinin önemli çığırlarından biri olan İşrakî felsefesi de Yeni-Platonculuğu tasavvufla kaynaştırdı. Osmanlı İmparatorluğu çerçevesinde, Divan Edebiyatında ve özellikle tasavvufun etkisinde kalan Tekke Edebiyatında, yukarda açıklanan dolaylı yollardan gelerek genel İslâm kültürü içinde özümlenen Yeni-Platoncu öğelerin varlığı ve bunların günlük yaşama ve dile kadar yayılmış olduğu, her zaman gözlemlenebilir.
Tanzimatlı yıllara kadar, herhangi bir şok almadan, kendi dünyasında sıkışıp, ne etkilenmiş, ne de etkileyebilmiş ve bu şekilde kapsüle kalmış bir kültürümüz vardı. Batıda Sanayi Devrimi ile birlikte tüketici kalıplarının değişmesi, Tanzimat ile birlikte bizde de Kapitalist düşünceyi Osmanlıya sokarken bir yandan da ‘bir lokma bir hırka’ anlayışını kıracaktır. Bu dönemden itibaren gelenekler çatırdarken ‘alaturka’ ve ‘alafranga’ olarak nitelenen ve çatışan dualistik yapı ortaya çıkacaktır. Çatışmalar bu düzlemi de aşarak medrese karşısında okulu, Türk musikisi karşısında Batı müziğini buldu. Yemek kültümüz de değişti. Tanzimat öncesi Türkler kuşluk vakti ve akşam ezanından önce olmak üzere günde iki kez yemek yerken, buna beş çayı ve dolu bir akşam yemeği eklendi. Yerde yemek yite insanımız masa etrafında kendi porsiyonunun karşısına oturdu ve istediği kadar alabilme iradesine kavuştu. 
Türk Osmanlı toplumunun bağlı bulunduğu İslâm düşünce ve kültürü içinde, İslam felsefi düşüncesinin kapanışına paralel olarak, 14. Yüzyıldan sonra “felsefe” diyebileceğimiz özgür düşünce çabasına rastlanmadığını söyleyebiliriz. Yeni dönemde, eski felsefi düşüncelerin şu ya da bu biçimde tekrarıyla yetinilmiş; ya da dinsel düşüncenin ve bağnazlığın ağır basması dolayısıyla, felsefeye güvensizlik gösterilmeye başlanmış ve felsefi çaba da, Batini akımlar ve tasavvuf içinde kılık değiştirip gizlenerek varlığını sürdürmek zorunda kalmıştır. Felsefe, tehlikeli ve boş bir çaba olarak görülmüş; İslâm tanrıbilimi (İlahiyatı) olarak niteleyebileceğimiz “kelâm”ın açıklamaları, bu dönemde, özgür düşüncenin ve felsefi arayışın yerine geçmiş, mutlak doğrular olarak kabul edilmiş, dinsel inanç ve düşünceyle birlikte, ideolojik dünyayı oluşturmuştur. Özetle, Osmanlı toplumunda kelâm ve dinsel düşünce, felsefenin yerine geçmiş; felsefe tehlikeli ve kaçınılması gereken bir çaba olarak görülmüştür.
Osmanlı-Türk toplumu, yapının üst bölümünde yer alan ve merkezci yönetimin (devletin) taşıyıcısı olan yönetici yani egemen kişi ve zümrelerle (sultan, yönetim görevlileri, askerler, din adamı - bilginler, vb) köy topluluklarında yaşayan üretici köylülerden oluşmuştur. Bu toplumda geniş anlamda sınıflar arasında (yöneticiler, zanaatkârlar, köylüler) vardır ama bu sınıflar arasında kesin sınırlar olmadığı gibi herhangi bir sınıfın bir başka sınıfı devirerek iktidarı ve yönetimi alması gibi bir durumda yoktur. Yani tek tek sınıflara karşılık toplumun birliği ve bütünlüğü ağır basar. Bu durum bireyin batıdaki gibi bir “birey” durumuna gelmemesi sonucunu doğurmuştur. Birey haline gelmeyiş, felsefesel düşüncenin ortaya çıkmayışını açıklar. Öte yandan, özgür ve eleştirici düşüncenin ortaya çıkmayışı, bu tür bir düşünceye gereksinim duyulmaması, ideolojinin farklılaşmamışlığının da sonucudur. 
Türk Düşünce ve Felsefe Tarihi’ne ilişkin dönemlendirme, İslami kesimlerden tepki alsa da, Hilmi Ziya Ülken ve Ayhan Bıçak tarafından şu şekilde yapılmaktadır; 

  • İlk Dönem (İslam Öncesi).
  • İkinci Dönem (İslam Sonrası).
  • Üçüncü Dönem (Modern).

Osmanlı yönetimleri, Batılı bir yaşam istedikleri halde, bu yaşamın vazgeçilmez temeli olan akılcı ve araştırıcı düşünceyi kendi akıllarınca “zararlı” ve “yararlı” diye bölerek kısırlaştırmaya ve köleleştirmeye yönelmişlerdi. Turan Dursun, İlhan Arsel, Arif Tekin, gibi yazar ve düşünürlerin temel tezleri şunlardır; “İslam’ın insanlık kültürüne herhangi bir olumlu katkısı olmamıştır. Aksine İslam, cahiliye döneminin özgürlükçü ortamını yok etmiştir.” 
Yine bu yazarlar, “özgün bir İslam felsefesinden bahsedilemeyeceğini, bu kapsamda felsefe tarihine herhangi bir katkıda bulunulmadığını, yapılanın sadece Yunan felsefesinin tekrar edilmesi olduğunu ve bunu da Yeni-Platonculuk üzerinden deforme edilmiş şekliyle yaptığını” ileri sürmektedirler. Bazı çevrelerse, “İslam felsefesinin ve düşünürlerinin özgün bir tez geliştiremediklerini, Yunan’dan aldıklarını koruyarak Batı’ya aktardıklarını ve böylece ‘emanete sahip çıktıklarını’ ancak bunlara daha fazla bir misyon yüklemenin anakronizm olduğunu” söylemektedirler. 

Modern Türkiye’de Felsefe

Osmanlı’nın son döneminde pozitivist bir bürokrasi de ortaya çıktı ve topluma aşılamak, toplumu bilime göre yeniden dizayn etmek istediler. Pozitivizm, en çok askeri okullarda, en çok askeri tıpta yerleşmiştir. Buradan Cumhuriyetin kurucu ideolojisi köklenmiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşları, Osmanlı’nın negativist eğitimine karşı çıktı, 1933 üniversite reformu (üniversite devrimi) böyle geldi. Toplum yukarıdan aşağıya pozitivizmi benimsedi. Pozitivizm bugün de gündemden düşmemiştir. Türkiye’nin dine yöneldiği eleştirilerine rağmen, pozitivizm olmadan olmaz.
Türk destanlarındaki bilge tipinin tüm özelliklerine sahip Atatürk, Türk halkının en önemli bilge tipidir. Atatürk ilkeleri de Atatürk’ün bilgeliğinin vesikalarıdır. Bu nedenle Atatürk, Türk halkının bilgesidir. Soyadı Kanunu’nun çıkmasından 5 ay sonra 24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından oy birliği ile kabul edilen 2587 sayılı kanunla Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verilmiştir. Atatürk adının etimolojisi üzerine birçok çalışma yapılmış, yapılan bütün çalışmaların “Ata” sözünün “Bilge” sözüne Atatürk’ün de “Türk Bilgesi”, “Türk Atası” kavramlarına çıktığı perçinlenmiştir. 
Atatürk’ün ilkeleri ve devrimleri yeni Türk Cumhuriyet’inin kuruluş, devlet yönetimi ve toplumsal esaslarını belirlemiş, laik ve demokratik anlayış Atatürk’ün bilgeliğinde sadece Türklere değil, pek çok devlete de rehberlik etmiştir. Temel düşünce sistemimiz olan Atatürkçü düşünce sistemine, ilkelerine ve kurduğu bağımsız, egemen ulus-devlete, çağdaşlaşma amacına bağlı; Türkçeye egemen; Türk tarih bilinci ile donanımlı; laik ve hukukun üstünlüğüne bağlı; Türk örf-adet-geleneklerine saygılı; Türk sanatı ile ilgili; Türk devlet anlayışına bağlı olunduğu ölçüde ulusal kimlik temsil edilmiş olur. 
Türkiye’deki felsefe çalışmaları 20. yüzyıla doğru başladı. İlk felsefe bölümü, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde açıldı. Kurumsal çalışmaların başlamasıyla felsefe ülkede yayıldı ve ilgilenilen bir alan haline geldi. 
Felsefeci ve filozofların yetişmesi için olmazsa olmaz olan, yaşamın vazgeçilmez temeli olan akılcı ve araştırıcı düşünce hemen her dönemde iktidara yakın dini kesimler tarafından kendi akıllarınca “zararlı” ve “yararlı” diye bölünerek kısırlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu tutum, akılsal bir düşünceye yönelmek isteyen iktidarların akıldışı özünü açığa vurur. Belli felsefesel ve bilimsel görüşlerin yasaklanması ve ağıza alınmaz oluşu, “çağdaş düşünce”ye ulaşılmasını kaçınılmaz biçimde olanaksız kılan bir beyin yıkamayla sonuçlanmıştır. Genel kültür düzeyimizde ve özellikle siyasal yaşamda apaçık görülen düşüklük, Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş yaşamı yakalamada kaçırılmış bir tarihsel fırsatın en belirgin kanıtıdır. Kozmetik şovlara rağmen, Türkiye’yi hem “tarih dışı” bırakan, hem de küresel olarak ayrıştıran bir çelişki içinde debelenmekteyiz. Bu çelişki, kaçınılmaz olarak Türk toplumunun ekonomik ve toplumsal çehresini değiştirirken, Atatürk’ün belirlediği milli değerleri, devlet anlayışını ve ideolojiyi de parçalamaya yönelmiştir. Bugün, resmi ideoloji ile Türk toplumu gerçekliğinin örtüşmezliği bu gelişimin sonucudur. Böylece, sürekli hayal kırıklıklarının doruk noktasına ulaşılmasının yarattığı şaşkınlıktan, hiçbir toparlayıcı gücü olmayan bölük pörçük ideoloji parçalarından, düşünce kargaşasından ve akıl dışılığından oluşan bir tablo karşımıza çıkmış bulunuyor. 
Sonuç olarak, Türklerin filozof çıkarabildim demesi için felsefe alanında yeni bir katkı, bakış açısı, daha önce yorumlanmamış bir alanda yeni düşünceler ortaya koyması gerekir. Modern dönemde felsefeci yetiştirdik. Bırakın bilgeliği, aydın sınıfı bile yok oluyor. Büyük resimde somut dünya düzenini şekillendiren düşünce sistemi ile pratiği arasında olması gereken tutarlılık insanı gittikçe daha iyiye götürmekte güç kaybediyor. Bunun nedeni, aklın kendi üzerinden düşünmekten yani felsefeden gittikçe uzaklaşmasıdır. Bugün ülkemizdeki toplumsal koşullar, dünya ve Türkiye’nin sorunlarına derin bir yaklaşım sağlayacak, araştırma yapacak etkileşimi bize sağlamıyor. Ancak, son yıllarda önemli bir gelişme oldu. Sadece laik kesimler değil, muhafazakâr kesim de ilahiyatta bulamadığı soruların cevaplarını felsefede aramaya başladı. Bununla beraber, çok önemli bir sorunumuz var; Mahalle Duvarları. Yani muhafazakâr ve laik kesim birbirinin sesini dinlemiyor, karşı tarafın sesinden rahatsız oluyor, kendi tarafında duyulmasını istemiyor. Etkileşimin olmaması yanında laik kesimde felsefi çalışmalar genellikle sol düşünürler ile sınırlı kalıyor. Türkiye’nin özgür düşünceye, insanlara doğru ahlakı, erdemi, birlikte mutlu olma yolunu gösterecek bilge ve filozoflara ihtiyacı var.
Son sözler olarak, unutmayın, filozof; öncelikle yaşamın anlamını bulmaya ve bu anlama uygun biçimde yaşamaya çalışan kimsedir. Bu, birey olarak tek tek sizlerin de birer düşünür, kendinizin filozofu olmak için düşünmenizi, akıl yürütmeyi bilmenizi gerektirir. Sonra çevrenizdeki ‘bilge’ insanları destekleyin, okumamış ama ‘arif’ olanları dinleyin. Benim arayışım ise Platon’un bıraktığı yerden kozmik ışığı da yakalayabilmek, Aristoteles’in metafiziğindeki insanlığa görünmeyeni göstermek.
Makalenin geniş versiyonu için;
https://www.academia.edu/101382930/Türklerden_neden_filozof_çıkmıyor