Yeni Milliyetçilik

Prof. Dr. Sait Yılmaz

Milliyetçilik, 19. Yüzyıl başlarından itibaren Avrupa'da, 20. Yüzyıldan itibaren ise tüm dünyada egemen politik düşünce tarzı haline gelmiştir. Bu dönemde dünya politik haritası milliyetçilik ilkelerine göre biçimlendirilmiştir. Milliyetçilik, devletin meşru temeline ‘millet’i koyan bir ideolojidir. Sadece bir milletin değil, tek tek her bireyin de hayattaki rolü ve yerini anlaması için meşru bir yöntem sağlar.

  • Millet (Ulus), bir devletin sınırları içerisinde yaşayan aynı etnik kökenden gelen, aynı din, dil ve kültürel değerleri paylaşan insan topluluğudur.
  • Devlet, sınırları belirlenmiş bir ülke toprağı üzerinde bulunan, belirli bir hükümet ile yönetilen ve hukuksal bakımdan egemen olan siyasi örgütlenmelerdir.
  • Halk; etnik, kültürel ve dil bakımdan aralarında benzerlik bulunan ve belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan, siyasal ve soysal bakımdan örgütlenmiş olan bir toplumdur.

Ulus-devletin ortaya çıkması, milliyetçilik akımının da gelişmesine yol açtı. Dünya nüfusunun çoğunluğu devletler olarak yaşar ve bunlar en azından görünüşte ulus-devletlerdir. Milliyetçilik, her ulus-devletin kendi resmi dili olmasını ve bütün vatandaşların bu dili konuşmasını öngörür. Örneğin Almanya’nın resmi dili Almancadır e tüm Alman vatandaşları Almanca konuşmalıdır. Milliyetçi hareketler, kendilerini yüzyıllardır var olan bir milletin temsilcisi olarak görür. Milliyetçilik, bir milli kimlik duygusu yaratır ve siyasi yönetimin bu kimliğe uygun olarak işlev görmesi beklenir. Dünya, ulus-devletlerden meydan gelir ve her birinin egemen bir devleti ve kendi varlıklarını sürdüreceği ulusal anavatanı vardır. Devletler ebedi değildir; oluşumun, değişimin ve de zamanın geçişindeki tarihi olaylara yenik düşerler. Bugün, Birleşmiş Milletler’e üye olan bağımsız devletlerin sayısı 193’dür. Bu devletlerden yalnızca onaltısı, yüzyıllara uzanan yapıda tarihi bir devlet yapısı göstermektedir. 
Tarih içinde milliyetçiliğin şiddet, baskı ve soykırımı varan sonuçları da görüldü. Önceleri monarkların gücü elinde tutma vasıtası olan milliyetçilik, daha sonra bağımsızlık mücadeleleri ile ulus-devletlerin ve halk adına meşru yönetim olan demokrasilerin ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Avrupa şarkiyatçılığı, sömürgelerine uygarlık ve aydınlanma getiren “Beyaz Adam’ın Yükü (White Man’s Burden)” ile resmedilir. Öte yandan, bu sömürge halkların milliyetçiliği ve ulusal bağımsızlık mücadeleleri ise kalleşlik ve terörizm olarak görülür. Milliyetçilik, ırkçılık olmamakla birlikte aşırı etnik milliyetçiliğin ırkçılıkla ilişkilendirildiği Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası gibi örnekler de vardır. Ancak, milliyetçilik, esas itibarı ile siyasi birimle ulus birimin birbirini tamamlamasıdır. Milliyetçilik, devletlerin ve uluslararası sistemin moral temelidir. Milliyetçilik tüm insanlığa şu vazgeçilmez hizmetleri sunmaktadır; 

  1. İnsanlık doğal olarak milletlere bölünmüştür. 
  2. Her millet kendi özel karakterine sahiptir. 
  3. Tüm politik gücün kaynağı millettir. 
  4. Özgürlük ve kendini ifade etme dışında insanlar bir millet ile tanımlanmalıdır. 
  5. Milletler ancak kendi devletleri içinde tatmin olabilir. 
  6. Ulus-devlete sadakat diğer sadakatleri çeker. 
  7. Küresel özgürlük ve uyumun temel şartı ulus-devletin güçlendirilmesidir.

Bu makalede, önce milliyetçiliğin ne olup olmadığını sorgulayacak, milliyetçi düşüncedeki gelişmeleri ve ‘Yeni Milliyetçiliği’ anlatacağız. Daha sonra, Yeni Milliyetçilik çerçevesinde Amerikan, Avrupa, Rus ve Arap milliyetçiliğindeki gelişmeleri aktaracağız

Milliyetçiliğin bugünü ve Yeni Milliyetçilik

Her ülke kendi milliyet kimliği etrafında bir milliyetçilik anlayışı geliştirmiştir.  Örneğin Amerikan istisnacılığı, kendi milli tecrübesi çerçevesinde kurucu prensiplerini belirlemişti; doğal hukuk, hürriyet, sınırlı hükümet, bireysel haklar, hükümette kuvvetler dengesi, halk egemenliği (ulus-devletin halkının egemenliği değil), sivil toplum içinde dinin rol alması ve bir sınıfa ya da inancın ait sabit bir dinin kabul edilmemesi, demokrasi ve özgürlükler için temel olacak ve aracılık yapacak sivil toplum ve kurumların rolünün desteklenmesi. Ancak, Amerikalılar bu prensipleri sadece kendileri için tüm dünya halkları için de doğru düşündüler ve evrensel prensipler olarak kabul ederek, başka ülkelere çoğunlukla dayatmaya kalktılar. Bu da Amerikalıların prensiplerinin istisnacılık mı yoksa evrensellik mi olduğu tartışmalarını getirdi. 
Son 30 yıldır Küreselleşme’ye gösterilen reaksiyon da Avrupa ve Kuzey Amerika’da milliyetçilik ve popülizmin artmasına neden olmuştur. Son 20 yılda yaşanan küresel finansal krizler ve göçmen dalgaları özellikle Avrupa Birliği’nde milliyetçi akımları daha da güçlendirdi. 
2010 yılından beri Katalan milliyetçiler bağımsızlık hareketini yenilediler ve bağımsızlık ilanı yaparak İspanyol milliyetçileri ile karşı karşıya geldiler. 
Yunanistan’da 2008 yılında patlak veren ekonomik kriz ve ardından başlayan göçmen dalgaları sadece Yunan milliyetçiliğinin değil özellikle gençler arasında faşizmin de yükselmesine neden oldu. 
Orta Avrupa’da da milliyetçi akımlar yükselişte. Polonya ve Macaristan’da milliyetçi partiler iktidarda; Bulgaristan, Slovakya, Letonya ve Ukrayna’da ise koalisyon ortağı konumundalar. 
2014 yılında Narendra Modi’nin liderliğindeki Bharatiya Janata Partisi’nin iktidara gelmesi ile Hint milliyetçiliği yükselişe geçti. Buna dini milliyetçilik de eşlik ediyor. 
Militan Budist milliyetçilik ise Myanmar, Tayland ve Sri Lanka’da yükselişte.
Japonya’da 21. Yüzyılına başında artmaya başlayan milliyetçi akımın arkasında büyük ölçüde aşırı sağ ve ultra-muhafazakâr Nippon Kaigi örgütü var. Yeni akım Japon askeri gücünün eski konumuna gelmesini ve revizyonist politikalar izlenmesini istiyor.
İskoçya’da 18 Eylül 2014’de yapılan referandum ile bağımsızlık önerisi %55.3 karşı oy ile reddedildi. 2016 yılında ise Birleşik Krallığın Avrupa Birliği’nden çıkması (Brexit) önerisinin referandumunda kabul edilmesi popülizmin zaferi olarak görüldü. Bu karar üzerine İskoçya’nın bağımsızlık için ikinci bir referandum yapılması gündeme geldi.
2016 yılında ABD’de hiçbir siyasi tecrübesi olmayan bir iş adamı olan Donald Trump’ın seçimi kazanmasında popülist/milliyetçi söylemleri etkili oldu. Özelikle “Amerika’yı tekrar büyük yapmak” ve “Önce Amerika” sloganları milliyetçi bakışını ortaya koydu. Yurtseverlikle milliyetçiliği eş değer tutan Trump, bizzat kendisini “milliyetçi” olarak tanımladı.
2016 yılında Filipinler’de başkan olan Rodrigo Duterte de milliyetçi söylemler seçimi kazandı. Öncekilerin aksine ülkesini ABD’den uzaklaştırarak, Çin’e yaklaştırdı.
2017 seçimlerinde Fransa’da aşırı sağcı Marine LePen’in Ulusal Cephe Partisi başkanlık seçimlerinin ikinci turunda  %33.9 oy aldı. Hollanda’da milliyetçi Özgürlük Partisi, İtalya’da aşırı sağcı Zirve Partisi koalisyon hükümetlerine girdiler. Böylece bu partiler hem kendi ülkelerinin hem de Avrupa’nın gündemini şekillendirme konumuna geldiler. 
2022 yılının son günlerinde Benjamin Netenyahu’nun kurduğu yeni İsrail hükümeti ülke tarihinin en sağcı ve en muhafazakâr koalisyonu olarak tanımlanıyor.
İkinci Dünya Savaşı’nda beri, klasik milliyetçiliğin yeni ve aşırı bir şekli ortaya çıkmaya başladı; Yeni Milliyetçilik. Bu tür milliyetçilik; bölgeselleşme, küreselleşme ve bürokrasileşmenin yarattığı sosyal, ekonomik ve siyasi dönüşümlere reaksiyon olarak ortaya çıktı. Bugün özellikle göçmen ve sığınmacı trafiğine karşı çok daha gündemde bir akım olarak yaşanıyor.
Yeni milliyetçilik, milli olan ile diğerleri arasındaki ayırımı daha çok gündeme getiriyor. Göçmen karşıtı politikalar, yerlicilik, korumacılık, yabancı düşmanlığı şeklinde ortaya çıkıyor ve gittikçe siyasi seçimlerin önemli bir belirleyici gündem maddesi oluyor.
Pandemi, milliyetçiliği kuvvetlendirdi hatta medikal milliyetçilik, günlük milliyetçilik ve ekonomik milliyetçilik gibi tepkisel şekilleri ortaya çıktı. Yeni milliyetçilik, kriz zamanlarında bir reaksiyon olarak ortaya çıkıyor. Şimdi ABD, Avrupa, Rusya, Arabistan ve Türkiye’de milliyetçiliğin yaşamakta olduğu değişimleri özetleyelim.

Amerikan milliyetçiliği

Tarihin büyük bölümünde Washington’un güvenlik stratejisi idealist seferlerden çok; soğuk, hesaplanmış milliyetçiliğe dayanmıştı. Kore ve Vietnam savaşları hariç, Soğuk Savaş boyunca ucuz yöntemler, vekilli savaşlar, ambargolar ve silahlanma yarışları ile Sovyetleri iflas ettirmeye çalıştı. Ekonomik stratejisi ise görünüşte serbest ticaret ve serbest Pazarı savunuyordu ama burada da aydınlanmış, kendi çıkarına dayalı milliyetçilik esastı. Bu gerçekten asla sapılmadı. Amerika’nın kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı’na kadar ülkenin gümrükleri sadece devlet geliri için değil yeni gelişen endüstrileri İngiltere gibi rakip ülkelerin ihracatından korumak için kullanıldı. Aydınlaşmış liberal milliyetçilik, iki yüzyıl boyunca Amerikan çıkarlarına hizmet etti. Amerikan liberal milliyetçiliğinden post-milliyetçiliğe geçiş Nixon ve Clinton dönemleri arasında oldu. Nixoncu milliyetçilik, Amerika’nın aşırı askeri büyüdüğü ve göreceli olarak ekonomide küçüldüğü algısına dayalı alternatif bir büyük strateji idi ama tutmadı. Dwight Eisenhower gibi Richard Nixon, Sovyetlere karşı sevilmeyen, pahalı vekilli savaşların hızını kesiyordu. 
Nixon; yumuşama, böl ve yönet, Sovyetlere karşı Çin’i kullanmak gibi masrafız yöntemleri istiyordu. Nixon Doktrini’ne göre, vekil devletler Amerikan askerlerine güvenmektense kendi savaşlarını kendileri yapmalı idi. Nixon döneminden kalma aydınlanmış milliyetçiliğin yeni versiyonu, Amerikan müttefikleri ve ortakları daha fazla yük paylaşması, üretim endüstrilerini ulusal güvenlik vasıtası gibi görmesi olabilir. 
Amerikan küresel hegemonyası Avrupa, Asya ve Avrupa’da başka bir gücün hegemon olmasını önlemeyi öngörürken, yeni ve ara bir model bulunabilir. Gerçek olan küresel olarak hem güç dengesi hem de kıyı dengeleyici rolünün çok pahalı olduğudur. Bazı ülkelerin kendi haline bırakılması, ABD’nin masraflarını ve yükümlülüklerini azaltır. Bunun yolu Avrupa ve Asya’daki Amerikan askerlerinin çekilmesidir. Diğer bir ara formül bu yükümlülük ve masrafların karşılıklı dengelenmesi olabilir. İşte önceki ABD başkanı Trump’ın yapmaya çalıştığı da buydu. Özetle, ABD, küresel hegemonya ve post-milliyetçi dönemi geride bırakarak aydınlanmış Amerikan milliyetçiliğine geri döndü. Ancak, Trump’ın daha çok ekonomik alanda milliyetçiliği dünyayı ABD aleyhine kutuplaştırdı ve bu hegemon bir güç için iyi değildi. Nitekim “uluslararasıcı” okuldan yeni başkan Joe Biden, hemen Trump’ın özellikle Avrupa ile ilişkilerde kırıp döktüklerine tamire başladı.

Avrupa’nın romantik milliyetçiliği ve Yeni Milliyetçiliğin doğuşu

Avrupa’da romantik milliyetçiliğin önemli bir geleneği vardır. Fransız Devrimi’nin ruhu sadece bireylerin özgürlüğünü değil, ulusların hanedanlıklardan kurtulmasını da temsil eder. Bu nosyon, bireysel hakların, ulusun kendi kaderini tayin hakkının ve ulusal kimliğin karışımıdır. Avrupa Birliği (AB) de bunları bir araya getirmeye niyetlenmiştir. Sorun ulus olarak görülmüş, ulus için rakip parçaların bir cemiyet oluşturmaktan ziyade sıfır toplamlı bir mücadeleye girdiği düşünülmüştür. Bugün AB içerisindeki çekişmelerden de anlaşılacağı gibi gelecekte ne tür bir küresel veya bölgesel düzen kurulursa kurulsun hiçbir ülke ne ulusal çıkarlarından ne de millet olma bilinci, kimliği ve kültüründen asla vazgeçmeyecektir. 
Avrupa romantik milliyetçiliğinin liberal formuna göre, her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır. Problem, ulusu neyin oluşturduğunun tanımındadır. Romantiklere göre dil, ayrı bir tarih, kültür vb. şeyler ulusu belirler. Bu aynı zamanda kendi algısıdır. Eğer bir halk, kendini ayrı bir halk olarak görüyorsa, ayrı bir ulus mevcuttur.
Avrupa’da romantik milliyetçilik İngiltere Fransa ve İspanya başta olmak üzere bazılarının hem hayali hem de kâbusudur. Ancak, Avrupa’daki ekonomik sıkıntılar geri plandaki romantik milliyetçiliğin öne çıkmasına neden olabilir. Avrupa’nın romantik milliyetçiliğin dışında gelişen ve tarihi, kültürü ve dini ile bir Yahudi devleti kurulmasını meşru hak gören Siyonizm ise aynı hakkı Filistinlilere tanımamaktadır.
II. Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa’da altı çizilen bir prensip var; sınırlar kutsaldır, değiştirilemez. Bunun nedeni, savaş öncesi sınır sorunlarına dönmemekti. Ama Sırbistan’ın sınırları Kosova Savaşı’ndan zorla değiştirildi. İspanya, kendi bölücü hareketi nedeni ile Kosova’yı AB içinde tanımayan dört ülkeden biri oldu. Karşı çıkılan başka ülkenin topraklarında hak iddia ederek devlet kurmaktı. Kendi kendine yapılan ulusal revizyonlar buna dâhil değildi. Örneğin Çekoslovakya’nın bölünmesi barışçı bir boşanma kabul edildi. Bu prensip, Yugoslavya veya Sovyetler Birliği’nden olduğu gibi daha küçük ulusal birimlere egemenlik devrini öngörmüyordu. 
    Yeni Milliyetçilik ise Avrupa’da ortaya çıktı ve üç ayrı dalga halinde gelişti;

  • 1970’lerdeki petrol krizini müteakip vergilere, bürokrasinin büyümesine ve çok kültürlülüğe Fransa, Danimarka ve Norveç gibi ülkelerde yaşanan tepki ilk dalga idi. 
  • İkinci dalga 1989 yılında Doğu Avrupa’dan başlayan göçmen dalgası ile başladı.
  • 2008 yılı uluslararası finans krizinin başlattığı göçmen krizi ise üçüncü dalga olarak kabul edilmektedir. 

Görüldüğü gibi Avrupa’da yeni milliyetçiliği tetikleyen dış gelişmeler ve krizler oldu. Bunlara 2011 yılı sonrası Arap Hareketleri ile Ortadoğu’dan başlayan göçmen baskısını ve 2020 yılında başlayan pandemi krizinin getirdiği küreselleşme ve bölgeselleşme tepkisini de ilave etmeliyiz. Sağlık koşulları kadar, kötüleşen ekonomik koşullar da ülkelerin için milliyetçi tepkileri gündeme getirdi. Avrupa’daki sağ partiler, popülist politikalar ile “diğer” olgusunu beslediler, korumacı ve yerlici politikaları desteklediler. Pandemi döneminde birlik olduğunu iddiası ile bir arada bulunan Avrupa ülkeleri sınırlarını birbirlerine kapadılar ve birbirlerine yardım etmediler ve herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldı.

Bugün Batıda insanlar sinirli çünkü küreselleşme tarafından geride bırakıldıklarını düşünüyorlar. Ekonominin bazılarını onlardan daha fazla ödüllendirdiğini düşünüyorlar. Kızgınlar ve değişim istiyorlar. Sağ kesimde Donald Trump, Marine Le Pen ve Nigel Frage gibi liderlere yöneliyorlar. İngiltere’de İşçi partisi sola kayıyor, ABD’de Wall Street’i hedef alan Bernie Sanders ciddi bir başkan adayı oluyor. Avrupa Birliği’ndeki bıkkınlığın sebebi elitist bir proje olmasıdır. 40 yıl boyunca AB’yi girmeyi kimse halka sormadı ve insanlar tüm Avrupa’da olduğu gibi liderlere karşı sinirli. İnsanlar temel olarak bu konuda söz sahibi olmak istiyor ve bu yüzden referandumlarda genellikle ‘hayır’ çıkıyor.
    Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;
    https://www.academia.edu/94227329/Yeni_Milliyetçilik