İngiliz İstihbaratı, Teşkilat-ı Mahsusa ve Mustafa Kemal

Prof. Dr. Sait Yılmaz

On dokuzun yüzyılın ikinci yarsısında İngiltere ve Fransa arasındaki emperyalizm ve sömürgecilik rekabeti Afrika’da 1898’deki Faşoda krizi ile İngiltere lehine çözülmüştü. İki ülke Uzak Doğu’daki rekabete de 1904’te Dostluk Anlaşması (Entente Cordiale) ile ittifak yaparak son vermişti. Bunlar Osmanlı için iyi haberler değildi. 1905’de Rusların Japonya ile savaşı kaybetmesi ile birlikte üç ülke artık yeni paylaşım sahası olarak yüzlerini Osmanlı topraklarına dönmüşlerdi.

Kırım Savaşı’nda (1856) Osmanlı’nın çökmekte olduğuna kanaat eden İngilizler, artık desteği kesmişlerdi. Ancak, rakipleri Almanlar ile yakınlaşmamızı istemiyorlardı. Nitekim Birinci Dünya Savaşı öncesi defalarca müttefik olma talebimizi reddettiler. Ortadoğu’da petrolü ilk bulan Almanlardı ama Britanya istihbaratı 1905 yılına gelindiğinde petrolün stratejik önemini anlamıştı.

İstihbarat kavramı sistematik bir şekilde ortaya çıkmadan önce casusluk vardı. Casusluğun modernize edilmesiyle ve profesyonelleşmesiyle istihbarat ortaya çıkmıştır. Casusluğun bir meslek olmuştu ve en çok sanayi casusluğu revaçta idi. Orduların silahları ağırdı ve bir Fransızın Uzak Doğu’dan getirdiği alüminyum tabakların hafifliği en önemli casusluk gayretlerinden biri olmuştu.

On dokuzuncu yüzyılın en büyük casusluk savaşı İngilizler ve Ruslar arasında Asya’nın derinliklerinde yaşanan Büyük Oyun oldu. Rudyard Kipling tarafından tanıtılan 19. yüzyıldaki casusluk savaşlarının ilki, Orta Asya’nın kontrolü için Rusya ve İngiltere arasında yapılmıştı. 1910’larda Bağdat Demiryolunun inşası için bir yanda Almanlar gezinirken, diğer tarafta İngilizler kazılar ve araştırmalar yapmaktaydı. İngiliz istihbaratı, bankacılık, gemicilik, sanayi ve ülkenin diğer güçlerini bir araya getiren masonluk benzeri bir ağ işlevi gördü.

Hindistan’da başta İslamcı akımlar üzerinde uzmanlaşan İngilizler, Cemalettin Afgani gibi ideologlar yanında Osmanlı’nın her yerine din adamı kılığında casuslar gönderip, tarikatları ve cemaatleri kontrol altına aldılar. Ortadoğu için hazırlanan ekip içinde en çok bilinenleri arkeolog görüntüsü altında 1910 yılında Suriye sınırındaki Cerablus’a gelen David Bogarth ve ekibindeki Thomas Lawrence ve Gertrude Bell idi. 

Birinci Dünya Savaşı, bilimle istihbaratı birbirine bağladı. Komutanlar için istihbarat kaynakları arasına sinyal ve görüntü istihbaratı da katıldı. Ortadoğu’da İngiliz istihbaratı ile Teşkilat-ı Mahsusa arasındaki mücadele ise tarihin ilk modern istihbarat savaşı oldu. İkinci Dünya Savaşı’nda ise teknik vasıtaların istihbarat amaçlı kullanılması anlamına gelen Bilimsel İstihbarat kavramı ortaya çıktı. 1948 yılında CIA içinde İstihbarat Analiz bölümünün kurulması ile istihbarat bilim haline geldi.

1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı, Jön Türkler denilen Osmanlı Subayları, Abdülhamit’e baskı yaparak II. Meşruiyetin ilan edilmesini ve Meclis’in açılmasını sağlamışlardı. Jön Türkler, Kanun-i Esasi’nin tekrar geçerli kılınmasıyla imparatorluğun Tanzimat ile başlayan ideallerine döneceğine inanıyorlardı. 1909’da bir karşı darbe ile Kanun-i Esasi’nin getirdikleri iptal edilmek istendi ama ittihatçılar Selanik’teki askeri birlikleri İstanbul’a gönderince, yorgun Abdülhamit bir trene bindirilip Selanik’e sürgüne gönderildi.

İttihatçılar içinde de pek çok hizip vardı ama aralarından askeri kanattan Enver ve Cemal ile sivil Talat, tahtın gerisindeki esas güç olarak öne çıktılar. Enver Paşa Almanlara, Cemal Paşa Fransızlara, Talat Paşa ise İngilizlere yakındı. Üç paşanın her birinin kendilerine sadık, şahsi istihbarat örgütleri vardı. Bunlar, Dâhiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) güvenlik birimi ve Osmanlı Genelkurmayı’nın istihbarat şubeleri ile bir arada idiler. Enver Paşa’nın özel gücü olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluş tarihi 17 Kasım 1913 olarak gösterilse de 1911’de Trablusgarp’ta rol aldığını biliyoruz.

Her üç paşa da, savaş günlerinde işlemiş oldukları söylenen suçlardan sanık olarak tutuklanmak için Bağlaşıklarca ve İstanbul’da kurulan yeni yönetimce aranıyordu. 13 Kasım 1918’in kasvetli sabahında Batılı savaş gemileri İstanbul’a girdiği sırada Enver, Cemal ve Talat üçlüsü bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terk etti. O gün İstanbul’a dönen Mustafa Kemal’in tarih sahnesinde yerini alma zamanı gelmişti. Üç yıl önce Gelibolu’da cephe komutanı iken bu şehri kurtarmak için ölümüne savaşmıştı.

İttihatçı Enver Paşa, Türkiye’yi işgal eden düşmanlara karşı Anadolu’nun ortasında ulusal direniş ve Kurtuluş Savaşı başlatan Mustafa Kemal ve yanındakilere kafa tutacak; onların bu yolda kazanacaktan saygınlığa ortak çıkmaya, dahası, bu saygınlığı bizzat kendisine mal etmeye çalışacaktı. Enver Paşa, büyük hayaller peşinde idi; İngiltere ile işbirliği yaparak, Orta Asya’daki Müslümanları Bolşeviklerin boyunduruğundan kurtarmayı; bu olmazsa, Bolşeviklerle birleşecek, Afrika ve Asya’daki Müslümanları İngiliz ve Fransızlardan özgürlüğe kavuşturmayı düşlüyordu.

Talât ve Cemal Paşalar, Ermeni katillerin kurşunlarına kurban gidecek; Enver Paşa ise, Buhara’da, Müslüman “Basmacı” İhtilâlcilerinin önderi olarak Ruslara karşı savaşırken, vurularak öldürülecekti. Mustafa Kemal’in Saraycı paşalardan farkı zamanla ortaya çıkar. Nitekim Atatürk’ün yanında Kurtuluş Savaşı boyunca en yakınında olan ve hala padişah ile görüşen paşalar ile olan husumetin ana nedeni saltanatın ve hilafetin kaldırılarak yerine Cumhuriyet rejiminin kurulması ve kişisel ihtirasları idi.

Enver Paşa’nın kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa bugün de gizemini korumaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde kısa ömürlü Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulmasından Kuzey Afrika’da silahlı gruplar oluşturulmasına, Kafkas Ortadoğu ve Hint coğrafyasına kadar pek çok stratejik misyon üstlenmişti. Teşkilât-ı Mahsusa’nın başkanı Irak’ta Yarbay Süleyman Askeri Bey ile Hicaz’daki Mümtaz Bey ve Eşref Kuşçubaşı’nın gayretleri İngilizlerle yarışacak niteliktedir. Bu makalede anlatacağımız hikâye, çok ilginç ve bir o kadar da acıklı.

İngiliz Ajanları

Batılı servislerin azınlıkları kullanmaları nedeniyle İstanbul’da ajanları olmalarına karşılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun en zayıf yanı olan Arap Yarımadası’nda gerek coğrafi konumu gerekse dini farklılıklar nedeni ile en zor sızılan kısmı olmalıydı. Ama savaş başlayınca öyle olmadı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ortadoğu’daki durum İngiliz istihbaratı için çok elverişli idi. Yerel halktan, göçmenler, savaş esirleri kadar Osmanlı Ordusundaki Arap subaylar da oldukça fazla bir insan istihbaratı kaynağı oluşturmaktaydı. İnsan istihbaratı, İngiliz istihbaratına Osmanlı Ordusunun durumu ve kuvvetlerinin yerleri hakkında önemli bilgiler sağladı.

Kasım 1914’de Osmanlı’nın Almanya ve Avusturya-Macaristan yanında savaşa girme kararından sonra Mısır’daki istihbaratçılar, Suriye ve Arabistan’daki Osmanlı Arap milliyetçi grupları ile müttefik olma çalışmalarına başladı. Bu grupların temsilcileri zaten İngilizlere destek istemek için yanaşmışlardı. 1915 yılı içerisinde İngilizler Osmanlı ordusundan ele geçirdikleri Türk, Rum ve Çerkez kökenli esirleri Mısır’da toplayarak bunlar arasından kendilerine meyilli olanlardan istihbarat temin ettiler. Diğer bir grubu İngiliz ordularına sığınanlar oluşturmaktaydı. Başka bir kaynak da Osmanlı Devleti’nden Avrupa ve Amerika’ya giden göçmenlerdi.

Birinci Dünya Savaşı’nın çok öncesinde Ortadoğu’da arkeolog görüntüsü altında birlikte kazı çalışmalarına katılmaktaydı. O dönemde İngiliz akademik dünyasında Doğu bölgeleri üzerine çalışmaların öncülüğünü Sir David George Hogarth’ın başkanlığını yaptığı Londra Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü yapmaktadır.

Hogarth, deniz istihbaratına çalışmakta ve Araplar üzerine uzmandır. Onun yanındaki Profesör Denison Rose, askeri istihbarat başkanının danışmanıdır ve Gertrude Bell’i de işe o almıştır. Hogarth, Lawrence’ı keşfetmiştir. Akademik dünya içindeki Amiral William Blinker Hall ise savaş esnasında istihbaratın başına geçecektir.

Alman ajanları ise Alman Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nden (Deutche Orient Gesellschaft) gelmektedir. Dicle ve Fırat civarına yerleşen Alman arkeologlar Albay Kont von Gleichen tarafından yönlendirilmektedir.

İngiliz ajanlara Ortadoğu için verilen ilk görev, Almanların 1903’de döşemeye başladığı Berlin-Bağdat demiryolunu engellemekti. Bu yüzden, Bell ve Lawrence önce 1910 yılında Cerablus’taki Hitit kalıntıları üzerinde çalışmak için bir araya geldiler.

Onların hocası görüntüsündeki David G. Hogarth da bir akademisyen kimliğine rağmen, sahada yürütülen istihbaratın lideri ve 1916’da İngiliz istihbaratının koordinesi için kurulan Arap Bürosu’nda Direktör Yardımcısı olarak görev alacaklardan biriydi.

Bir bütün olarak bakıldığında ikisi İngiliz, ikisi Osmanlı içinden subay dört ajanın rolünün Ortadoğu’nun şekillenmesinde etkili olduğu söylenebilir. Bunlardan;

- Thomas Edward Lawrence; Birinci Dünya Savaşı öncesi, Osmanlı coğrafyasının haritasını çıkardı ve etnik yapıyı tespit etti. 1916’dan itibaren ise Arap çeteler ile birlikte Osmanlıya yönelik gerilla faaliyetlerini yönetti.

- Gertrude M. L. Bell; Ortadoğu’da Osmanlı’ya karşı İngiliz saflarında çalışabilecek Arap kabileleri tek tek rapor etti. Savaş sonrası Irak’ı kuran, sınırlarını cetvelle çizen ve yarattığı Irak’ın kralını bile bizzat kendisi tayin eden bir İngiliz ajanıydı.

- Muhammed Şerif El Faruki; Çanakkale’de İngiliz hatlarına geçen Arap kökenli bir Osmanlı subayı olan El-Faruki, İngilizler ve Araplar arasındaki görüşmelerde, Şerif ve Yüksek Komiser McMahon arasındaki mektuplaşmalarda arabuluculuğu ile etkili oldu.

- Aziz Bey Ali El Masri; Osmanlı ordusunda Albay olan Osmanlı hakkında istihbarat verdi, Arap isyanında karargahı yönetti, Şerif’in ordusunun donatımı ve eleman bulunmasında önemli rol oynadı.

Arap Bürosu

1915’in başında sahadaki İngiliz yetkililer, bölgesel ofisler arasındaki koordinasyon eksikliğinden şikâyet etmektedir. Diğer istihbarat teşkilâtları ile sahada yakın koordinasyon sağlanabilmesi için de Arap Bürosu’nun Kahire’de kurulması uygun bulunur. Arap Bürosu, Sudan İstihbarat Dairesi’nin bir şubesi olarak Mısır Yüksek Temsilcisi’ne bağlı olarak çalışacaktır. Arap Bürosu, Haşimilere desteği sürekli kılmak için 1916’da kuruldu.

Arap Bürosu’nun ilk kadrolu elemanları meşhur arkeolog David G. Hogarth (Deniz İstihbaratı), Direktör Yardımcısı Yüzbaşı Kinahan Cornwallis (daha önce Sudan Ajansı’nda idi) ve Arthur Brownlow (Hint Konsolosluğu’ndan) oldular. Bu çekirdek kadro, Arap konularında en uzman ekip olarak Askeri İstihbaratın Ortadoğu Şubesi’ni oluşturdular. Kahire’deki Arap Bürosu içinde askeri konulardan arkeoloji ve gazeteciliğe kadar pek çok alanda profesyonel ajanlar çalıştı.

Kahire’deki Savoy Oteli’nde kurulan çalışma düzeni yarı özerk bir düşünce merkezine benzemekteydi. Herkes kendi operasyon alanından gelen bilgileri topladı, analiz etti ve gizli rapor haline (Arap Bulletin) getirdi. Bu raporlar, az sayıda askeri ve siyasi daireye dağıtılmakta ve İngiliz savaş çalışmalarına rehber teşkil etmekteydi.

Arap Bürosu’nun faaliyet alanı, Arapların yaşadığı Osmanlı topraklarında siyasî istihbarat ve operasyonel eylemleri de kapsamaktaydı. Cidde ajanlarının işi Şerif Hüseyin’i kontrol etmekti ve bu nedenle onun etrafında konumlandırıldı. Arap Bürosu’nun 1920’de kapatılmasından sonra ilişkiler Cidde üzerinden yürütüldü. Cidde ile Dışişleri Bakanlığı arasında doğrudan ilişki kuruldu ve Yüksek Temsilci artık devre dışı idi.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kuruluşu ve Yapısı

Meşrutiyetin ilanı veya 1908 Devrimi, İttihat-Terakki ve özgürlük uğruna harekete geçen genç subaylar tarafından yürütülen bir devrimdi. Rumeli olaylarını yatıştırmak üzere Abdülhamid’in görevlendirdiği Şemsi Paşa öldürülmüş, Tatar Osman Paşa dağa kaldırılmıştı. Bu olayların baskısıyla Sultan Abdülhamid meşrutiyeti (10/23 Temmuz 1908) ilan etmek zorunda kaldı. İmparatorluk Düyun-u Umumiye kıskacında, Alman hayranlığı İttihat-Terakki’nin merkezindeydi. Devrim sonrası yoğunlaşan siyasi faaliyetler ve iç çekişmeler endişe verici boyutlara ulaşacak ve gelişmeler dokuz ay sonra 31 Mart isyanına yol açacaktı.

İttihatçıların 1908 Temmuz Devrimi ile getirdiği tüm reformlar Avrupa elçiliklerinin vetosuna takıldı. Çünkü bu devrim Osmanlı’nın egemenliği ve hukukun birliği ilkesini ihlal eden kapitülasyonları yıkacaktı. Temmuz Devrimi’ne karşı 31 Mart 1909’da ayaklanan dinci-liberal ittifakının arkasında İngiliz Büyükelçiliği vardı. Büyükelçi Lowther ve istihbaratçı Yüzbaşı Bettelheim’in faaliyetleri gün ışığına çıktı. İstanbul’da 23 Mayıs 1919’da toplanan ve İngiltere mandasını isteyenler ise İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni kurdular.

Derneğin kurulmasında başlıca rol oynayan kişi Sait Molla idi. Cemiyetin tabii üyeleri hükümetin ileri gelenleriydi ve bunların da başında İçişleri Bakanı Ali Kemal gelmekteydi. Cemiyetin ideolojisi, Rahip Frew, Sait Molla ve Abdullah Cevdet tarafından oluşturuldu. Bu ideoloji, Anadolu’da İngiliz manda ve himayesinin gerekliliğini savunmak ve gerçekleştirmektir. İngiliz istihbaratının örtülü ödeneği ile her hafta Topkapı, Şehremini fırkalarına bedava et dağıtan Papaz Frew; mahalle imamları, medrese ve tekke şeyhlerini bu bağışlarla cemiyete sokmak istiyordu.

Cemiyet üyeleri başta İngiliz papaz Frew olmak üzere Anadolu’daki Hürriyet ve İtilaf teşkilatı aracılığıyla gizli bir yapı oluşturarak; Kurtuluş Savaşı’nın İttihatçı hareketi olduğu, Atatürk ve onun teşkilatının Bolşeviklik yapmak için bir araya geldiği propagandası ile halkı Atatürk aleyhine ayaklandırmaya çalıştılar. İngilizlerin kışkırtması ile Aznavur adındaki Jandarma Miralayı, Kuvay-ı Milliye’ye karşı harekete geçti. İngilizlerin diğer bir işbirlikçisi Teali-i İslam Cemiyeti idi. İngilizlerin yardımı ile kurulan derneğin üyeleri İngiliz ve Yunan işgaline karşı direnilmemesi için çalıştılar.

Teşkilat-ı Mahsusa oldukça gizli bir örgüttü. Hakkındaki pek çok konu abartılı duruyor ve teşkilat bugün de gizemini korumaktadır. Yakın zamanda teşkilat ile ilgili yayınlanan iki kitap, o dönemde yapılan yazışmalar ile ilgili Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etütler (ATASE) Başkanlığı arşivlerini kaynak olarak kullanmıştır. Ancak, hala asıl hikâye saklıdır ve gizli arşivlerimize daha çok çalışılmalıdır.

Teşkilat-ı Mahsusa ilgili literatür taraması yaparken, askerî açıdan zengin bir arşive sahip olan ATASE Başkanlığı’nın yayınları tarandığında bile Lawrence ismine çok az sayıda atıf yapıldığını gördüm. Yani savaş arşivlerimizde bırakın El-Faruki’ye, bildiğimizi sandığımız Lawrence’a bile çok az rastlanmıştı. Öte yandan, İngiliz belgeleri kamuya açıldı ama 100 yıl sonra bile hala bazı bilgiler saklı tutuluyor. Bu yüzden, İngiliz arşiv belgelerinin üzerinde hangisinin “resmi tarih yazımında kullanıldığına” dair bir not vardır.

Birinci Dünya Savaşı ile ilgili İngiliz belgelerinde devlet kurmaya çalıştıkları azınlıkların durumunu nasıl takip ettikleri ile ilgili olanlar hala saklıdır. Alman arşiv belgelerinin çoğu ise önce 1918 Berlin yangınında sonra Nisan 1945’deki arşiv binalarının bombalanması esnasında yok olmuştur.

Teşkilat-ı Mahsusa (Umur-ı Şarkiyye Dairesi), Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda izlediği dünya ölçekli siyasetin bir vasıtasıdır. Teşkilat-ı Mahsusa Almanların mali yardımı ile kuruldu. İnsan kaynağının 30 bin kişiye kadar ulaştığı iddia edildi. Teşkilatın çok başarılı olduğu söylenemez. Bazı coğrafyalarda hemen hiç yoktur. Teşkilata Alman istihbaratı da katkı vermiş ve biraz da onların yönlendirilmesine tabi olmuştur.

Teşkilat-ı Mahsusa, 17 Kasım 1913’te kurulmuştur. Kuruluşundan şehit olduğu 14 Nisan 1915’e kadar teşkilatın başkanlığını Süleyman Askeri Bey yapmıştır. Askeri’nin yerini 24 Mayıs 1915’de Ali Bey Başhampa almış ve bu görevde Mondros Mütarekesi’nin bir gün sonrası olan 31 Ekim 1918’e kadar kalmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa, fark edilmesi güç, göze çarpmayan gizli bir örgüttü. Bakanlar dâhil Osmanlı bürokrasisindeki pek çok kişi güvenilmez olduğu için örgütün varlığı ile ilgili bilgilendirilmemişlerdi.

Teşkilat-ı Mahsusa, Enver Paşa ve yardımcısı Süleyman Askeri Beyin yönettiği İttihat ve Terakki’nin, Batı Trakya ile ilgili kararlarından sorumlu bir örgütten hâsıl olmuştur. Bu örgüte ayrıca, Eşref ve Selim Sami Kuşçubaşı, Çerkez Reşit ve Hüsrev Sami dâhildiler. Teşkilatın; iç güvenliği sağlama, devletin korunması ve Osmanlı Devleti topraklarının daha fazla erozyona uğramaması için gerekli olduğu düşünülen Türkçe konuşanların hâkimiyetinin devamı gibi geniş kapsamlı hedefleri vardır.  

Teşkilat-ı Mahsusa, daha çok Osmanlı devlet sistemini kendi gördükleri haliyle ayakta tutup gönülden desteklemeye çalışan, maceracı, cesur vatanseverlerin dağınık, düzensiz bir konfederasyonudur. Teşkilat, hem bilgi toplayan hem de bu bilgiler ışığında operasyon yapan Batı tarzı bir siyasi ve askeri gizli servis niteliğindedir.  

Ayrıca teşkilat, askeri ve yarı askeri operasyonlarda, düzensiz çete birimlerini eğitmek ve yönetmek gibi bir askeri rol de üstlenmiştir.

Teşkilat-ı Mahsusa, bir yandan istihbarat toplayıp propaganda yaparken, diğer taraftan oluşturduğu gerilla birlikleri ile düşmanla çatışmaya girmişti. Teşkilata bağlı Trakya, Kafkasya ve Yakın Doğu’da oluşturulan gerilla birlikleri vardı.

            Teşkilat-ı Mahsusa ajanları, kadrolarını genellikle adam toplayıcılar, maaş kâtipleri, Pan-İslamcı ajitatörler ve eğitmenlerden oluşturmuşlardı. Alman ajanları da Teşkilat-ı Mahsusa ile bazı eylemlere katılmış ve özel projelerde birlikte çalışmışlardır.

Teşkilat-ı Mahsusa düzenli ajanlarının çoğu Türk’tü ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun pek çok yerine ve Avrupa’ya dağılmış hücrelerin liderleri genellikle Türk değildi. Ancak, Türkçe bilen ve sadakatine güvenilen kişilerden seçiliyorlardı.

Teşkilat-ı Mahsusa ajanları içinde; Cezayir’de Muhammed Abdülkerim el Hattabi (1882-1963) ve Emir Ali, Fas’ta Hoca Abbas, Tunus’ta Şerif Burgiba (Habib Burgiba’nın babası), Ali Başamba ve Şeyh Salih es Tunusi, Bingazi’de Şeyh Ahmed es-Şerif es-Sunusi, Mısır’da Abdülaziz Çaviş, Ferit Bey, Doktor Fuad, Doktor Nasır ve Doktor Sabit Mahcub dâhil 500-600 kişi ve Arabistan’dan İbn Reşid.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın Faaliyetleri

Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı devleti için iki büyük tehdit olan Arap ayrılıkçılığı ve Batı emperyalizmi ile savaşan en önemli İttihatçı aracı idi. Teşkilat-ı Mahsusa, yerli yapısına rağmen Batı tarzı örgütlenmişti ama Alman komutanların bu örgüt yapılanması üzerinde bir etkileri söz konusu değildi. Teşkilat-ı Mahsusa, idari bir hiyerarşiye sahipti. Bir genel merkezi, gizli bir bütçesi, müdürler, müdür yardımcıları, bölge sorumluları, gizli hücreleri, destek, eğitim ve örtülü bir finans sistemi vardı.

Teşkilat-ı Mahsusa, önce gönüllülerden oluşturulan bölük ve taburları nitelemek için kullanılır. Trablusgarp Savaşı’ndaki gönüllü taburlar teşkil edilmesine, Balkan Savaşı’nda da devam edilir. Bu birliklere çoğu zaman “çete” adlandırması yapılır ve yazışmalarda böyle (örneğin Eşref Bey’in çetesine .. görevi verildiği) ifade edilir.

Bir gayrinizami savaş unsuru olarak çete grupları Fas ve Trablusgarp’ta başarılı olmuş, Balkan Savaş’ında nispeten yararları görülmüş ama Kafkas Cephesinde komuta kademesinde yer alanların yetersizlikleri nedeni ile başarısız olurlar. Gerillacılığın en önemli ismi örgütün ilk başkanı olan Süleyman Askeri Bey’dir.

Genel olarak, Teşkilat-ı Mahsusa, Birinci Dünya Savaşı’nda bir tür savaş harekâtına katılmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa tarafından yönetilen operasyonlarda; Bedevi Mücahitler, gönüllü Kürt birlikleri, Çerkezler, Dürzîler, Laz aşireti mensupları, Yemenliler, diğer paralı askerler ve Mevlana Alayı gibi yardımcı güçler oluşturuldu. Bu yardımcı güçler, Enver Paşa’nın istediğinden çok daha azdı ama düzenli ordunun kayıplarına bakıldığında yararlıydılar.

1913 sonrası Arap ayrılıkçılarına karşı eylemlerinin çoğu Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla yapılıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda örgütün rolü; düşmana karşı askeri ve yarı askeri operasyonlar düzenlemek, bütün imparatorlukta sükûneti korumak ve Müslümanların yaşadığı İtilaf devletlerinin kolonilerinde başkaldırı tohumları saçmaktı. Ağustos-Ekim 1914 ayları arasında Teşkilat-ı Mahsusa üç bölgeye odaklanmıştı;

- Mısır’da Süveyş Kanalı’na yapılacak taarruza destek olmak için bir ayaklanmanın alt yapısını hazırlamak,

- Hindistan’da İngilizlere karşı bir isyan başlatmak ya da hiç olmazsa Hindularla Müslümanları kapıştırmak,

- Irak ve Suriye’de düzenli Osmanlı Ordusu’nda görev yapacak yardımcı Bedevi güçler toplamak.

Teşkilat-ı Mahsusa ajanları bir yandan cihat çağrısı yaptılar, diğer yandan bölge liderlerine para ve silah desteği sağlamaya çalıştılar.

İçinde çete savaşçıları ve propagandacıları bulunan Teşkilat-ı Mahsusa’nın 600 kişilik ilk büyük müfrezesi de Halep’e ulaşır. Birlik daha önce Kuzey Afrika’da başarıyla görev yapmış, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Beyin kumandasında idi. Bu kişiler dikkat çekmemek için aynı anda yola çıkmamışlardı. Mısır’a gönderilenler bu gruptan değildi, propaganda faaliyetleri daha çok İstanbul’da eğitim almış ve savaş başlamadan önce Mısır’a dönmüş Mısırlılar tarafından yürütülüyordu.

Milli Mücadele Döneminde İttihat ve Terakki ve Teşkilat-ı Mahsusa

Sultan Vahdeddin, Milli Mücadele başlarında sadece Mustafa Kemal’e karşı Hilafet Ordusu Kuva-yı İnzibatiye’yi kurarak, halkın da gözünde “hain” olmuştu. Kuva-yı Milliye’yi haçlı kâfiri sayan Dürrizade’nin cihat fetvaları ve Teali-i İslam Cemiyeti beyannameleri ihanetin en somut belgeleriydi. Vahdettin, Yunanlılar ülkeyi istila ederken iç savaş başlatmıştı.

TBMM açılınca Mustafa Kemal “savaş demokrasisi” içinde de olsa milli iradenin meşru lideri olmuştu. Meclis ile cephe arasında mekik dokuyor, Batum’daki Enver takımı ve Eskişehir’deki Ethemciler ile de uğraşmak zorunda kalıyordu. Muhaliflerin kıyamet uğultuları hiç eksik olmuyor, Meclisin önünde onu çarmıha germek için Büyük Taarruzun hezimete uğramasını bekliyorlardı.

Yunan Kralı Konstantin Eskişehir’e gelip ordusuna Ankara üzerine yürüme emri verdiği, Sakarya’da kan gövdeyi götürdüğü günlerde, Mustafa Kemal Fevzi Paşa ile Duatepe’de savaş yönetirken, Vahdeddin de o günlerde 17 yaşındaki Nevzad Cariye ile beşinci gerdeğine giriyordu.

Enver Paşa, Kemalistlerle İngilizler arasında barış imzalanırsa, kendisini Anadolu’ya göndermekten yana olan Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin ve yardımcısı Lev Mihaloviç Karahan’la 1921 yılı Nisanı’ndan beri tezgâh çeviriyordu. Sovyet önderleri, Türk komünisti Mustafa Suphi’nin Anadolu’yu komünistleştirme çabalarında uğradığı başarısızlığı gidermek amacıyla, Enver Paşa aracılığıyla Anadolu’da bir kızıl ihtilâl yaratmayı umut ediyorlardı.

Teşkilat-ı Mahsusa ise Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımı sonucu devlet ile birlikte çöktü. İttihatçı karşıtı Sultan VI. Mehmet tarafından dağıtıldı. Ancak, onlar 1918-1923 arası padişah hükümetine ve işgalci Yunanlılara karşı organize edilmiş benzer gruplara katıldılar. Resmi anlamda kaldırılmış olsa da 1918-1922 yılları arasında Kurtuluş Savaşı’nın içindeki geleneksel devlet birimleri içinde de yerini almıştır.

Milli Mücadele’nin ‘fert’lerin etrafında kurulan irili ufaklı gruplarla yürütüldüğü bilinen bir gerçektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından 1926 yılı başında hayata geçirilen ‘Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti’ni teşkil eden Genelkurmay, Dışişleri ve İçişleri Bakanlıklarından gelen kadrolar, Teşkilat-ı Mahsusa’nın faaliyetleri içinde bir şekilde yer almışlardır.

Mustafa Kemal, Şam’da iken teşkilatın 34 No.lu kurucu üyesi olmuştur. Özellikle Trablusgarp’taki gerilla harekâtında teşkilat ile yakın çalışmıştır. Ancak, İttihat ve Terakki ile olduğu gibi teşkilat ile de yollarını ayırmıştır. Bu kararında Enver Paşa’nın vizyonu yanında aralarındaki rekabetin de etkili olduğu söylenebilir.

Birinci Dünya Savaşı’nı müteakip teşkilatın kalanları, Karakol Cemiyetleri kurarak Osmanlının teslim edilmesini istenen silahlarını Anadolu’ya kaçırmak için hücreler kurmuştur. Teşkilat, Anadolu’ya silah kaçırırken zamanla bazı yapıları Milli Mücadele aleyhine gerilla faaliyetlerine başlamıştır. Teşkilatın kurduğu Felah Grubu, Mücahit Grubu ile örgütler ile çete harekâtına katılmıştır. Bunlardan en etkilisi Karadeniz’deki İpsiz Recep’in çetesidir.

Kuva-yı Seyyare çeteciliği ve Eskişehir’deki nesebi belirsiz Yeşilordu Cemiyeti, hatta Enver ve Arif Oruç yandaşlığına uzanan Kuşçubaşı Hacı Sami boyutu da not edilmelidir.

Saraya bağlı olarak kurulup Çerkes gruplarla Atina’ya taşınan “Anadolu Osmanlı İhtilal Komitesi”, Saltanatı geri getirme amacındaydı.

Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın kendi kurduğu Kuvay-ı Milliye ve ordusu ile kazanmış, sadece Yunanlılar ve İngilizler ile değil, en zor zamanlarında padişahın ve Enver’in adamları da mücadele etmiştir. Mustafa Kemal’in asla Komünist olmayacağını bilen Lenin’in niyeti, Sovyet Azerbaycan’ı gibi Anadolu’da, hiç olmazsa Doğu Anadolu’da bir Sovyet Türkiye Cumhuriyeti kurmaktı.

Mustafa Kemal, Türk milliyetçisi idi ve onun vizyonu hilafet ve monarşiyi kaldırarak, Türk kimliğine dayalı, homojen bir ulus-devlet kurmaktı. Hâlbuki Enver Paşa ve hatta Mustafa Kemal’in yanında ki Kazım Karabekir, Bekir Sami bey gibi kişiler padişah ile görüşmeye devam ediyor ve hilafetin kaldırılmasını istemiyorlardı. Bu yüzden, Mustafa Kemal milli mücadele ve sonrasında bu kişiler ile yollarını ayırmak zorunda kaldı.

İzmir bölgesinde Yunanlılar himayesinde rahat çalışan Ethem ve yandaşları, Büyük Taarruz ve Mehmetçiğin 9 Eylül zaferini hiç beklemiyorlardı. Çok geçmeden Türk ordusu İzmir’e girince şaşkına dönmüş kaçacak gemi arıyorlardı. Ethem yandaşları da Yunan ordusu ile birlikte Atina’ya geçip orada kamp kurdular. İzmir’deki Çerkez Kongresi bir Yunan tezgâhı idi.

İngiliz istihbaratı ilk defa yanılmış, haber alamamıştı. 15 Mayıs 1919’dan beri üç buçuk yıl işgalde kalan İzmir’i Yunan Komiseri Aristidis Stergiadis yönetiyor, on gün sonra Anadolu’nun kendine mezar olacağını bilmiyordu. 30 Temmuz 1922 sabahı İzmir hükümet konağında kukla “İyonya” devletinin kuruluşu ilan edilmişti. Ordumuzun İzmir’e doğru aktığını öğrenince telaşa kapıldı. 8 Eylül 1922 Cuma günü saat 19’da siyah giysisiyle rıhtıma indi; İngilizlerin Iron Duke zırhlısı kendisini kaçırmak için bekliyordu.

On dokuzuncu yüzyıldan başlayarak, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Batılı ajanlar Osmanlı’nın her yerinde rahatça gezdi, araştırmalar yaptı, haritalar çizdi, misyonerlik yaptı, yabancı okullar, konsolosluklar açtı. Ülkenin her yerinde Türk olmayan unsurlar ticaretten eğitime her alanda arkalarındaki ülkelerin çıkarlarına göre işlere giriştiler.

Batılılar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da kabile reisleri ve şeyhlerle anlaşarak sömürge yönetimleri kurmak istediler. Cetvelle çizdikleri irili ufaklı Arap devletlerine görünürde bağımsızlık verip, yönetimi işbirlikçileri şeyh ve kabile reislerine bıraktılar. Bu esnada İslâmcılık ve şarkiyat çalışmalarında uzmanlaştılar.

Bugün Ortadoğu’da bu kötü mirasın sonuçları ile meşgulüz. Bir yanda hâlâ bağımsızlık hayali ile savaşan, arkasında yabancı güçlerin olduğu bazı etnik gruplar, diğer yanda mezhep savaşı ile Sünni Arap Krallığı hayalini sürdürenler. Lawrence’lar gene her yerimizde, işbirlikçiler sayıca çok arttı ve çeşitlendi.

Mustafa Kemal, Türklük bilincine nasıl erdiğini şu anısı ile anlatır;

Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının “Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın'” diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.”

Falih Rıfkı Atay’ın sözlerini de hatırlayalım;

Osmanlı’da Türk unsuru imtiyazsız olduğu için itibar Müslüman azınlığın çocuklarında idi yani Türk olmak faydalı değildi. Suriye, Filistin ve Hicaz’da “Türk müsünüz?” diye sorusunun cevabı “Estağfurullah!” idi.. Eğer Türklük bilinci daha fazla gecikse idi, medrese eğitimi ile Araplığın Anadolu’nun yukarılarına gireceğine şüphe yoktu.”

Atatürk, saltanatı ve hilafeti kaldırdı, yerine Türk Kimliğine dayalı homojen bir ulus-devlet kurdu. Aslında bu mücadele 150 yıldır sürüyor; ya devrim ya karşı-devrim, ya Kuva-yı Milliye ya Kuva-yı İnzibatiye, ya Kemalist Cumhuriyet ya monarşik teokrasi.

Makalenin geniş versiyonu için; https://www.academia.edu/115445383/İngiliz_İstihbaratı_Teşkilat_ı_Mahsusa_ve_Mustafa_Kemal