“…Yaralarım tuz içinde kanıyor/ Uyku gelmiş ela gözler sönüyor/ Bir yanımda Suphi, Nejat ölüyor/ Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Gelir günler gelir, yaram sarılır/ Böyle gitmez bir gün hesap sorulur/ Bir yanım Acem'den, Çin'den görünür/ Bir yanım deryada çalkanır şimdi…”
Bir yanı halâ ve durmaksızın deryalarda çalkalanan Mustafa Suphi, Giresun’da doğduğu 9 Temmuz 1883’den, Trabzon açıklarında katledildiği 28 Ocak 1921’e kadarki 38 yıllık çalkantılı kısa yaşamını her zaman bir yurtsever olarak yaşadı. (Meraklıları öz geçmişine bakabilir) Sultan Galiyev ile Türk/Müslüman pek çok devrimcinin yakın mücadele arkadaşı oldu. Dönemin devrimcilerinin Doğu’daki devrim ve ulus devlet sürecine bakışlarını anlamak ve dolayısıyla Mustafa Suphi’nin içinde bulunduğu ruh halini doğru değerlendirmek açısından Halit Kakınç’ın “Destansı Kuramcı Sultan Galiyev” adlı kitabından şu sözlerini aktarmak isterim:
“Bizim partide iki tür kadro olduğu görülmektedir.
1. Mazlum milletler meselesinin önemini ve ciddiyetini kabul etmeyen, bu sebepten dolayı partinin ilgili faaliyetlerine kuşku ile yanaşan, en azından bunları önemsemeyenler (ki özellikle Rus yoldaşlarda güçlüdür, zira bunlar milli zulmün ne demek olduğunu, kendi üzerlerinde hissetmemişler buna göre de bu konuya ilgi duymuyorlar. Onlar merkezde güçlüdür)
2. “Büyük devletçilik” hurafesi ile zehirlenen, bazen de katıksız bir “Velikorus” (Büyük Rusyacılık) şovenizmi hastalığına tutulmuş olanlar. Bu grup bir alışkanlık olarak, milli devletlerin kurulmasına her zaman karşı çıkar, onların oluşturulmasını engellemeye çalışırlar, kurulması durumunda ise, bu milli devletlerde iktidarı ele geçirmek için mücadele verir, buralarda “yerli” kadroların etkisinin artmasına karşı direnirler.”
Doğu Halkları Kurultayı; Mustafa Suphi, Sultan Galiyev ve çevresinin telkinleriyle örgütlenmiş; Enver Paşa’nın katılımının yanı sıra, Ankara Hükümeti’nin gönderdiği delegenin de katıldığı bir kurultay olmuştur. Kurultay’a Ankara hükumeti adına katılan İbrahim Tali Bey, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Samsun’a çıkan subaylardan biridir ve burada yaptığı konuşmada şunları söyler,
“Anadolu hareketi katiyen burjuvaziye dayanan bir hareket değildir. Avrupalıların bu yolda verdikleri malumat ve mütalaalar yanlıştır. Sermaye perestlerin her şartta yardımcıları Taşnak Ermeniler’le Venizelos Rumlardır ve buna ilave olarak, padişahın saray hadimleri ve yakınlarıdır. Bunlar padişahın nüfusunu İngiliz sermayedarlığının menfaatine kullanıyorlar. Ruh, mal, servet ve itibarlarını ve bol bol altınlarını ondan alıyorlar. Anadolu Devrimcileri ise, yüzlerini Şark’ta Güneş gibi doğan devrime çevirmişlerdir. Anadolu devrimi zenginlerin ve hazır yiyicilerin menfaatlerine karşı olduğundan, karşı devrimciler kuvvetlerini bir yere topladılar… Bunlar İngiliz parasıyla, kendilerine yalandan İslamiyet Müdafacısı süsünü verip milli ve içtimai olan Anadolu Rençper Devrimini yenmek ve tepelemek istediler.” dedikten sonra,
“Anadolu Devrimcileri şundan dolayı sevinç duymaktadır ki Moskova Üçüncü Beynelmilel’e uzattıkları dostluk ve hemfikirlik elini Moskova’da aynı duygu ile kabul edip aynı yürek dostluğu ile cevap verdiler… Yaşasın bu yolda birlikte yürüyen devrimci Rusya ile Devrimci Anadolu ve onların dayandığı Doğu Devrimi…”
Kim bilir, belki biraz da bu konuşmanın içtenliğine güvenerek, 28 Aralık 1920’de, yanlarında yeni atanan Sovyet Elçisi Budu Mdivani olduğu halde, onurlu duruşları ve üstü kızıl kalpaklarıyla Kars’a geldiler. Vardıklarında büyük bir törenle karşılandılar. Kimileri bu törenin tek başına yeni Sovyet Sefiri için olduğunu söylese de, aslında bu karşılama biraz da onlar içindi...
Anadolu’nun çağrısına uyarak, Milli Mücadele’ye katılmak üzere gelmişlerdi. Zaten Bakü’de yaşadıkları her soğuk güne, memleketin dağlarında tek tek yanan, sonrasında bir ocakta birleşerek güçlenen ateşte ısınarak dayanabilmişlerdi. Bir an önce Anadolu’ya gelmek için sabırsızdılar. Sabırsızlıklarını, Milli Mücadele’ye katılmak üzere önceden kurup savaş meydanlarına gönderdikleri “Kızıl Birlikler” aracılığı ile de açığa vurmuşlardı…
Heyet üç hafta boyunca Kars’ta kalarak çeşitli görüşmeler yaptı. 18 Ocak 1922 günü Ankara’ya gitmek üzere Erzurum’a hareket ettiler… Tam dört gün sonra 22 Ocak’ta Erzurum’a vardılar. Burada Mustafa Suphi ve yoldaşlarını karşılayanlar gericilerdi. Erzurum’a girmelerine izin vermediler. Bayburt’a yönlendirdiler…
Bu yurtsever heyete önce Trabzon, oradan İnebolu, oradan da Ankara’ya gidebileceklerini söylediler. Bayburt’tan önce Maçka’ya geçen yurtseverler, 28 Ocak’ta Trabzon’a ulaşır, Trabzon cehennemin diğer adıdır…
Başından sonuna kadar Kazım Karabekir’in yönettiği olayların sonucunda, yol boyunca kışkırtmalar ve türlü hakaretlere maruz kalan Mustafa Suphi ve yoldaşlarını, Trabzon girişinde Kâhya Yahya ve çetesi beklemektedir. Heyetin yolunu kesen bu “Teşkilat-ı Mahsusa” artığı çete, heyeti limana gitmeye zorlar. Liman yolunda daha da azgınlaşan gericiler, heyeti, uzun yolculuğa elverişli olmayan bir tekneye bindirirler. Hareket eden teknenin ardından, Kayıkçılar Kâhyası Yahya ve çetesi, daha hızlı bir motorla hareket eder ve 28 Kanuni Sani (28 Ocak’ı 29’una bağlayan gece) 15 halk çocuğu katledilerek Karadeniz’in azgın sularına atılır…
Açıkça bilinen katiller; Kayıkçılar Kâhyası Yahya ve Giresunlu Topal Osman Ağa Erzurum’daki bir uydurma mahkemede yargılanarak serbest bırakılırlar. Moskova, Ankara’ya akıbet sorar, yanıt; “bir deniz kazasında öldüler…” olur.
Bu korkunç ve kederli olaydan geriye acılı bir kadın öyküsü daha kalır; Mustafa Suphi’nin eşi Meryem Suphi yahut kimine göre Marya, kimine göre Semiramis diye bilinen bir kadının yürek burkan acısı… Kayıkçılar kâhyası Yahya tarafından 'kapatma' yapılan, sonra başkalarına devredilen ve “Rizelilere hediye ettik” denilen ve bir oturak aleminde öldürülen kadının öyküsü… Ve bizlere de “hayali gönlümüzde yadigâr” 15 yoldaşın, her 28 Ocak’ta yeniden kalbimize boşalan kanlarıyla bu güzel kadının ıstırabı… Ve bir de 28 Kanunisani’yi unutmamak bilinci elbette!