Aklını kullanmaktan korkma

Tuğrul Keskin

Nasıl ki sözcüklerden, kavramlardan imge yaratmak yetisini doğuştan getirmiyorsak, soyut düşünme yetisini de doğuştan getirmeyiz. Sonradan okuyarak, bilgilenerek öğreniriz. Çünkü düşünebilmenin ve fikir üretmenin, kavramlara, bulgulara, sonuçlara gereksinimi vardır. Bulgulara ulaşmayan insan düşünemez mi? Elbette düşünür fakat bu düşünüş, çağını yorumlayıp gereklerini yapmaya ve çağın gerektirdiği bir gelecek düşü oluşturmaya yetmez. Gündelik hayatını kurmak, üremek ve verili olana inanmakla sınırlı kalır. Böylesine bir daralmışlıkta insanın, gelecek imgesi de diyebileceğimiz; özgürlük, eşitlik, adalet talebiyle türlü eziyetleri ve hatta ölümü göze alması olanaklı mı? Kanımca değil. Çünkü gelecek imgesini bugüne çağırmak, aklı kullanmayı da öngörür.

Akıl ve estetik çağı olan başta antik Yunan uygarlıkları olmak üzere, düşünceyi bir insani erdem olarak gören toplumlarda düşünürler, şairler, hayatları pahasına da olsa, düşüncelerini açıklamaktan geri durmadılar.

“Aklını kullanmaktan korkma!” bu söze ilk defa antik Roma şairi Horatius’ta rastlanmış… Binlerce yıl sonra 18. yüzyılda, aydınlanma çağının öncülerinden Immanuel Kant’ta, aydınlanmanın temel şiarına dönüşmüş; Aydınlanma kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir. Yahut Horatius’ta olduğu gibi; Aklını kullanmaktan korkma!

Sonraki yıllarda insanlık deneyimleyerek gördü ki, aklını kullanmak özgürlüktü! Dogmalarsa insanın sonsuz ve mutlak bir karanlığa gömülmesiydi! Çünkü Kant öncesi Avrupa, dinin devlet otoritesiyle de birleşmesinin sonucunda, denebilirse devasa bir mezarlığa dönüşmüştü. Düşünce üretemeyen hatta düşünceyi suç sayan engizisyonun yaratıcıları, aydınlıktan yana, akıl ürünü fikirlerini dillendirmekten korkmayan Buruno’nun bedenini yakarak ortadan kaldırmıştı.

Dünyanın hemen hemen her bölgesinde hâkim olan din merkezli akıl dışılık, bizim coğrafyamızda da Kâ’b bin Eşref’i, Hallacı Mansur’u, Seyit Nesimi’yi, Pir Sultan’ı, farklı zamanlarda ama akla hizmet ettikleri gerekçesiyle ve korkunç işkencelerle dünyadan ayırmıştı...

Yani ki akıl, binlerce yıldır dünyanın her bölgesinde dinci softalıkla vuruşarak bu günlere geldi. Aydınlanma gerçeği, dinin sosyal hayat üstündeki ağır baskısının bir sonucu olarak, softalığa karşı var oldu.

Bugün unutulan temel bir gerçeği hatırlatmadan olmayacak; Amerika’da olsun, Avrupa’da olsun, bizim geniş coğrafyamız ve ülkemizde olsun, sağcı gerici politikaların iktidara taşınmasının en temel dayanağı, dinin yeniden ve pervasızca okşanmasında saklı! Onlar, dinci akıl dışılığa prim vermeyi seviyor ve bunu iktidar olabilmelerinin bir gereği olarak görüyorlar. Fakat sorun, aydınlanma kültürünü benimsediğini söyleyen politikacılarda başlıyor. Sanıyorlar ki onların etkilediği kalabalığı, kendileri de okşarsa oy alacaklar. Böylesi bir durum olanaklı mı? Softalığın, dinciliğin orijinali hemen yanı başlarındayken ve sadaka dağıtmayı sürdürüyorken, “sahte” gördüklerine yönelirler mi? Bu durum tarihten öğrendiklerimizi zorlamak olmaz mı?

Aydınlanma cephesinde durduğunu söyleyerek, bu politikaları gerçekleştirmeye çalışanlar bilmeli ki; o kitleler ancak, aklını kullanmaktan korkmadığı sürece, ortak bir gelecek imgesi uğruna eziyeti göze alabilir ve sol politikaların yanında dururlar. Aksi yöndeki her davranış, yeni eziyetler ve hatta yeni kan denizlerinin oluşmasına yol açar. Çünkü bu mücadele karanlıkla aydınlığın Horatius’tan, Mazdek’ten bu yana devam eden mücadelesidir. Var olmakla yok olmak arasındaki mücadeledir!
Günlük yaşantımızdaki bunca şiddet, adaletsizlik, kayırmacılık ve kadim tarihten gelen menkıbeler, hikâyeler, destanlar hep bu imge üstünden yürümez mi? Hatta Ay’la Güneş'in sonsuz aşkı, karanlıkla aydınlığın savaşını anlatmaz mı?

Aklını kullanmaya cüret eden insanlık, yüzyıllardır karanlığa, softalığa karşı savaşarak bulabiliyor yolunu. Şimdilerde aydınlanma saflarını terk eden "liberal zevat" ki onlara sorsan, bunca karanlıktan sonsuz özgürlük çıkacağı yanılsamasını yinelerler.

Fakat hayatın diyalektiği asla doğrulamaz onları.

Yazımı, bu gerçeği unutanlar için eski bir yarayı kanatarak bitireyim öyleyse:
Lavoisier'in asıl eğitimi Hukuk'tu ve Paris Barosu'na kayıtlı bir avukattı. Fakat bütün dünyada kimya biliminin dehası olarak biliniyordu. Bilimsel gözlemleri, yorumları ve yaptığı konuşmalar nedeniyle yaygın bir ün kazanmıştı. Bir gün kimya bilimini reddeden yobazları gösterip: "Bu kelleler hiçbir şeye yaramaz" dediği için tutuklandı. Aynı gün yargılanıp, giyotinle ölüme mahkum edildi. Lavoisier; matematikçi arkadaşı Lagrange'i çağırdı ve "Kafam sepete düştüğünde gözlerime bak. Eğer iki kere göz kırparsam insanın kafası kesildikten bir süre sonra da beyni düşünmeye devam ediyor demektir”... dedi. Lavoisier' in kafası kesildi, sepete düştü ve Lavoisier gülerek iki kere göz kırptı.

Matematikçi Lagrange bunun üstüne diyor ki; “Lavoisier' in son saniyedeki ispat arayışı, bilimselliğin yüzyıllar sürecek meşalesidir. Fakat o yobaz kafalar asırlarca karanlıkta sürünecekler, insanlığı da süründüreceklerdir..."

Lavoisier katledildiğinde tarih 8 Mayıs 1794'ü gösteriyordu. İnsanlık 225 yıldır bu karanlık akıllılarla mücadele ederek geldi bugüne. Ne çok işkenceler gördüler, ne çok ölüler verdiler kimlikleri için, düşünceleri için, varolmak için. Ne gördüler; yeniden karartılmaya çalışılan günler ve ömürler. Peki aydınlar yeniden Lavoisier olmayı göze alacak mı? İşte geleceğimizi ilgilendiren en önemli soru bu. Göze almak yahut yok olmak.

İnancım; her insanın aydınlıkta kalma isteğini, ne pahasına olursa olsun dillendirmesidir.

Değilse o yobaz kafalar, bu yüzyıldan sonra da, daha yüzlerce yıl karanlıkta kalmasını istedikleri kafalarıyla, yok edecekler bütün ışığını dünyanın.

Yarasalar karanlığı sever, karanlıkta yaşar elbette, fakat diğer bütün canlıların yaşam kaynağı Güneş’tir, ışıktır, aydınlıktır!