Geriye dönüp bakmayı, geleneği arkalayarak bugüne yürümeyi sürdürelim…
Gelenek değince de düşler kurdurtan, insanı, yaşadığı zamanların kötülüklerine karşı koruma çabası olan; koruyup gözeten birikimden söz ediyorum.
Kuşku yok ki bizim sözlü kültürümüz, yüzlerce yıl boyunca işlenip zenginleşmiş ve o zenginliklerle derinleşip genişlemiş devasa bir ‘kült’tür.
Sevdalar, acılar, göçler, zalimlikler ve yaşama dair daha ne varsa o büyülü sözler dağarcığının içindedir. Arap harflerinin zorluğu nedeniyle olsa gerek, Osmanlı’da yazılı kültür son derece sınırlı ve saray çevresindedir. Türk halk gelenek ve göreneklerinin en hafifinden bu nedenle, yazılı kültür içinde yer alamsı zaten olanaksızdı. Bu nedenle ki, sözlü kültür öyle yakın zamana kadar devam etmiş ki, insan, yazıya geçişin bu kadar yakınlığına şaşıyor.
Sözgelimi Pir Sultanlar, Karacaoğlanlar, Yunuslar bile 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde ancak yazılı kültürün bir parçası olabilmişler. Elbette âşık geleneğimizin ulularından Kerem ile Aslı’da öyle…
Kapı Yayınları oldukça güzel bir Türkçeyle adını andığım bu destanı yeniden basmış ve ben de okumasını yeniden ve yeni bitirdim.
Kerem ile Aslı, kederli hikâyesi ve şiirleriyle çocukluğumun bana armağanı…
Iğdır’daki evimizde “bir serçe kadar hürken” Azeri âşıkların gür sesinden babamın kahvesinde, bitimsiz geceler ve kışlar boyunca dinlemeye doyamazdım bu destan. Elbette sözlü kültürümüzün diğer destanlarını da...
Fakat bu destanda Aslı’nın sözü ilk aldığında söylediği; “Ağa Kerem paşa Kerem han Kerem/ Ateş Kerem tutuş Kerem yan Kerem/ Aslı olsun sana kurban can Kerem/ Aman Kerem beni rüsva eyleme…” dörtlüğü ve sonrasında gelişenler, ilk gençlik yıllarımdan başlayarak hep aklımda tuttuğum ve ömrümün şekillenmesinde yeri olan kıymetli sözlerdi. Nedense oradaki etik tutum, Kerem’in bütün yangınına rağmen o bahçeyi hemen terk etmesi beni çok etkilemiş… Yeniden okunması ve okutulmasının altını biraz da bunun için çizmek istedim belki de…
Çünkü bu yüz yılda, şimdi bile bu destandaki insani yönelimle geleceğe yürümek mümkündür. İçinde insan vardır, sevda vardır, can vardır, anlamak vardır, sevinç vardır, acı vardır ve bütün bu duygulardaki ortak hassasiyetler.
Bu destanda neredeyse bütün bir Ortadoğu’yu, Kafkas’ları, Türk Yurtlarını dolaşan Kerem’in söylediği şiirler, insanın kalıtsal erdemine göndermelerle doludur; Aslı’nın bir Ermeni papazının kızı olması yahut Kerem’in Müslüman Türk olması, bu antolojik yapıtta, bu her iki kültüre de asla hakaret eden sözler içermez, bir diğerini ötekileştirmez. Bu destandaki her söz, ötekinin aslında kendi olduğunu bilir.
Fakat yakın tarihe dönüp bakıyorum şöyle bir, gördüğüm; kinle ve kanla ve düşmanlıklarla örülü kimi kitaplar, şiirsel metinler, üstelik kamu okullarda çocuklara okutulmak isteniyor. Cahit Zarifoğlu’nun “Bir Değirmendir Bu Dünya” adlı kitabından söz ediyorum…
Cahit Zarifoğlu ki, sol şiir edebiyat çevrelerinde yazdıklarına değer biçilen bir şair, bir söz insanı!
Kinle ve kendinden olmayanı mutlak düşman görerek “ortak” bir yazınsal gelenek yaratılabilir mi? Şimdiki kimi yazıcıların yazı ahlakı, Cahit Zarifoğlu ve onun da üstadı olan kimi insanların düşüncelerinin egemen söylem biçimine dönüşmesi, aşağıdaki gibi metinlerin çokluğu, böylesi bir ortaklığı mümkün kılmıyor…
Adı geçen kitabında diyor ki Zarifoğlu; “Komünizme ve kapitalizme inanan insanların meydana getirdiği topluluk, ancak bir sürüdür. Ama Müslümanlardan meydana gelen topluluğun adı cemaattir, ümmettir…”
Ve devam ediyor: “Bu şuur verildiği takdirde tertemiz Müslümanlar oldukları halde kapitalist, faizci, Kemalist ve laik zihniyetli, gayri İslami bir gidişatın temsilcisi parti ve örgütlerin arkasından gidenler, hatalarını idrak edip doğruya yönelebilir.
Diğer yandan Müslümanların İslami konuları okuyup, öğrenip kendi yakınlarına özellikle çocuklarına öğretmelerini istiyoruz. Bu davanın askerliğini yapmak için o davayı enine boyuna bilmek gerekir.
İslam düşmanları, cemiyeti bugünkü şahsiyetsiz, içkici, faiz sever, laik ve başıbozuk hale getirmek için nasıl uzun yıllar gayret sarfetmişlerse, onları susturmak, insanları bu hainlerin elinden kurtarmak için de gayret göstermek gerekli. Müslümanların siyasi alanda bilinçlenmelerini arzu ediyoruz…”
Bu satırları okuyunca doğal olarak insanın aklına şu sorular üşüşüyor. Yeni Osmanlıcılar, ortak ve şanlı tarihi bu gibi insanlar ve metinlere yaslanarak mı kuracaklar, yoksa bizlerden ve bütün hayattan gizledikleri başka bir kültürel kaynakları daha mı var?
Onlar kinlerine dönsün, bizse Kerem gibi yana yana, karanlıkları aydınlık kılma yürüyüşünü tamamlamaya!