Talip Apaydın’ın 1967’de yayınlanan “Karanlığın Kuvveti'' adlı kitabında yer alan bir anısını zaman zaman dönerek okurum. O anı, Köy Enstitüleri gerçeğini ve Cumhuriyetin ilk yıllarının heyecanını bütün yalınlığıyla anlatır... Bir bayram günü Çifteler Köy Enstitüsü’nün ışığı, ısıtması ve suları buz tutan kanaldan ötürü devre dışıdır. Okul müdürü Rauf İnan’ın; inanan, içten konuşmasıyla harekete geçen öğrencilerin buz tutmuş kanalla olan mücadelesini ve sonuçtaki büyük başarılarını anlatan anı/öykünün en güzel bölümü; zoru başarmış öğrencilerin Ç.K.E (Çifteler Köy Enstitüsü) yazılı tabelanın yanışını görme anlarıdır. “Bayramda çalışırız bayramlar için” sloganında özetlenen bu coşkulu ruh hali, aslında bütün Köy Enstitülüler için geçerli ruh halidir. Köylerden toplanan yoksul halk çocuklarından kurulu bir aydınlanma ordusudur çünkü Köy Enstitüleri ve karanlığı yarmanın, parçalamanın en güçlü silahıdır…
Yedi yaşında babasını kaybeden Tahir Baykurt’un, on bir yaşındayken dayısının okutma bahanesiyle götürdüğü Nazilli’de, ağır koşullarda çalıştırılmasına katlanamayarak kaçışı ve sonrasında Gönen Köy Enstitüsü’nde başlayan yeni yaşamı da bu coşkunun bir parçasıdır…
Enstitüde romanlar, öyküler, şiirlerle karşılaşır küçük Tahir ve şiirler yazmaya başlar; Orhan Veli çizgisindeki bu şiirlerde her zaman köy yaşamını anlatır yine de. Tahir Baykurt, bir gün bir dergiye gönderdiği yazısının altına “Fakir” imzası koyar yanlışlıkla, sonradan çok beğenir bu adı ve artık yazı adı; Fakir Baykurt’tur. Gelin görün ki, okula gelen dergiler, kitaplar Fakir Baykurt olarak gelmeye başlar, fakat idare, “senin adın Tahir, bu yayınları sana vermeyiz” diye tutturunca, mahkemeye gider ve adını Fakir Baykurt olarak değiştirir. Sonradan da hep üzülür; neden “Fakir Tahir Baykurt” yapmadım diye…
Gönen Köy Enstitüsü’ndeki zamanını; “ilk üç yılım cennet, son iki yılım cehennem” diye anlatacaktır sonradan. Çünkü o dönem tek parti olan ve bütün siyasal kanatları içinde barındıran CHP’de gericilerin gücü çoktur ve ağalar, şeyhler bu aydınlanma pınarının sonsuza kadar kapatılmasını istemektedirler. Atmadıkları iftira, yapmadıkları kötülük, yaymadıkları yalan kalmamıştır. İsmet İnönü, parti içi dengeleri gözetmek adına, son derece yanlış bir kararla bu aydınlanma pınarının kurutulmasına; Köy Enstitülerinin kapatılmasına uzanan yolu açar. Artık Enstitü’nün okuyan, yazan öğrencileri için zorlu bir süreç de başlamış olur; izlenmektedirler! Zaten sonraki bütün ömrü de “izlenmekle” geçer…
Şiirler ve gazete yazılarıyla 50’li yıllarda adını duyurmaya başlamıştır. Bir gün Vedat Günyol’la Abidin Dino’nun evine giderler. O günler gazetelerde yazdığı yazılardan, Güzin Dino adını bilmektedir. Sohbet öyle bir yere varır ki Güzin Dino sorar: “Mahmut Makal köyünden izlenimlerini pek güzel yazdı. Sen de şiirler, öyküler, yazılar yazmaktasın, peki köyün romanını ne zaman yazacaksın?” Bu konuşma, Fakir Baykurt’ta roman yazma düşüncesinin tohumunu atar. Önce öyküleri “Çilli”, “Can Parçası”, “İçerdeki Oğul” ve ardından ilk romanı “Yılanları Öcü” çıkagelir. Roman büyük sükse yapar ve Metin Erksan filme çeker romanı… Sonrasında Irazca’nın Dirliği, Onuncu Köy, Amerikan Sargısı, Tırpan, Köygöçüren, Keklik, Kara Ahmet Destanı, Yayla, Yüksek Fırınlar, Koca Ren, Yarım Ekmek, Kaplumbağalar, ardı ardına gelecektir.
Fakir Baykurt’un bundan sonraki yaşamı, aydınlıkla karanlık arasındaki savaşta, aydınlığın safında yılmadan mücadeleyle geçecektir.
"Yılanların Öcü" yayınlandıktan sonra ve onca başarısının ardından, Fakir Baykurt bakanlık emrine alınacak ve ardından 1962'de Indiana Üniversitesi'nde ders araçları konusunda eğitim görmek üzere Amerika’ya gönderilecektir. Yurda döndükten sonra mücadeleye kaldığı yerden devam edecek ve Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın (TÖS) kuruluşunda görev alarak; Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu (TÖMFED) Genel Başkanı olacaktır.
Yetmiş yıllık ömrüne sığdırdığı öğrencileri, şiirleri, öyküleri, romanlarıyla; yoksul köylünün, hak arayan öğretmenin, işçinin ve devrimci cumhuriyetin sesi olmayı hep sürdürdü, çünkü O “Köy Edebiyatı Hareketi” nin en önemli temsilcisiydi. Romanlarında Türkiye'deki köy yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylünün bilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileri onun yapıtlarının ana temasını oluşturdu.
O’nun yapıtlarına ilişkin Hasan Âli Yücel: “Edebiyatımıza giren bu köylü gençlerin üsluplarında ortak bir nokta var. Okuduğunuz zaman damağınızda bir burukluk duyuyorsunuz. Kekremsi, hatta acımsı bir tat…” Ve İsmail Hakkı Tonguç: “Güzel yazar bizim Baykurt. Onun konuşması da tatlıdır. Hele karakteri öyle sağlamdır ki dünya yerinden oynasa inançlarından vazgeçmez; hayat anlayışını değiştirmez. Sorunların çürük yanlarını bulup onları kurcalamaktan hoşlanır…” diyecektir.
Bu “konuşması tatlı, karakteri sağlam, inançlarından vazgeçmez; ödünsüz” güzel insanla 1996’da bir etkinlik için gittiğim Almanya Duisburg’da birkaç güzel gün geçirdik, bir panelde birlikte konuştuk. Meğer tedavi görür imiş, bundan hiç söz etmedik ama yeni çalışmalarından, yazacağı kitaplardan, memleketin “ahvalinden”, şiirden, aşktan, romandan çokça söz ettik. Oradaki birlikteliğimizden, özellikle paneldeki çok güzel konuşmasından bir kez daha gözlemlemiştim ki; Fakir Baykurt nerede ve hangi koşullarda yaşarsa yaşasın ülkemizin aydınlık değerlerine ve halkına sonuna kadar, sadakatle bağlıdır.
Akıl ve aydınlanma mücadelesinin bilgesi, 11 Ekim 1999’da; yirmi yıl önce aramızdan ayrıldı. Onun, onların akıttığı pınarı kurutmazsak, geliştirerek, dönüştürerek sürdürürsek, şüphesiz bu karanlıktan çok daha hızlı çıkarız. Buna da inancım tamdır!
13 Ekim 2019, İzmir