Her özel günün ve neredeyse her meslek grubunun “özel bir gün kutlaması” var artık... Bu günlerin büyük kısmı tüketimi özendirmek için kuşkusuz. Fakat bazı günlerse hak mücadelesini, onur mücadelesini, insanlık mücadelesini önceliyor... Bunlardan biri de “4 Aralık Dünya Madenciler Günü”dür. Onlar grizu patlamasıyla bir anılır ve belki de yalnızca grizu patlamasıyla gelirler akıllara… Sonra unutulurlar, adlarını kimse anmaz, hatırlanmaz, görünmez olurlar.
Diyesim, acıdan daha çok hiçbir şeyleri yoktur bu dünyada. Nereye dönseler yüzlerini, acı oradadır ve bütün ömürleri boyunca dumanlı acılar eksik olmaz başlarının üstünden. Çoğu zaman ölüm ve her zaman açlık sınırı içinde yaşarlar. Baskı, zulüm, horlanma da cabası…
Bir grizu patlaması olur yeniden, hatırlanırlar… Ve her ağızdan bir başka tür hamaset yağar üstlerine. Yaranmak isteyen halden anlamazlar ölenler için; “ acısız, güzel ölmüş işçilerimiz, ah ki kaderleri böyleymiş” derler...
Ölümlerinin ardından, ülkeyi yönetenler için artık, en kutsal emek onlarındır ve onlar için her şeyi; “…cığız, …cağız, …cuğuz” diye buyururlar sağa sola ve memurlarına... Az bir zaman geçer, ülkeyi yöneten efendiler yeniden gömülürler sessizliklerine ve korku, ölüm, acı düşer yalnızca madencilerin payına...
Hatırlar mısınız? Soma faciasında göçük altından sağ çıkartılan yaralı işçi şöyle sormuştu ambulanstaki sağlık görevlisine: “Abi çıkarayım mı çizmemi, kirletir mi sedyeyi? ” Bu söz ve haber o günlerde ne çok konuşulmuş, ne çok paylaşılmış ve ne çok içlerini yakmıştı insanların…Ama unutuldu. Ve verilmiş bütün sözler de unutuldu, tıpkı bundan önceki göçükler sonrası verilmiş sözler gibi!
Ne oldu şimdi? Patlama yok, ölüm yoksa eğer, her zaman hak mücadelesinin öncüsü olan madencilere bir açıklama yapma izni de yok. Madenciler Günü’nde, 4 Aralık’ta, madencilere, kendi anıtlarının önünde bir açıklama bile yaptırmadılar. Çünkü ülkeyi yönetenlere göre, madenciler ancak ölünce anılır, ölümcül yaralıysa konuşabilir, öyle mi?
Oysa onlar, büyük şiirlerin ya bizatihi yaratıcısı (Enternasyonal Marşı’nın şairi, bir Fransız maden işçisi olan Eugène Pottier’di ve şiiri 1870’de yazmıştı)yahut esin kaynakları olmuşlardır; insanca bir geleceği arayanlar için... Bir toplumsalcı şairin kendisini en yakın hissedeceği meslek gurubunun başındadıronlar ve Nazım Usta onlar için; “Türkiye işçi sınıfına selâm!/ Selâm yaratana!/ Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!/ Bütün yemişler dallarınızdadır./ Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir, / Haklı günler, büyük günler, /Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,/ Ekmek, gül ve hürriyet günleri…” demiştir.
Günümüz dünyasında ve yurdumuzda bu yaratıcı sınıf için yapabildiğimiz tek şey, tabutlarını sırtlanmak ve efendilerin ağır hamasi sözleri ve büyük yalanlarıyla boşluğa uğurlamaktır onları… Ve koyun koyuna sokulmuş kuşlar gibi tabutların ardından bakan anneler, eşler, babalar ve çocuklar içinse;verilen sözlerin asla tutulmadığı, unutulduğu, yerine getirilmediği bir vefasızlık; çünkü “ölüm onların fıtratında” vardır!
Bu özel haftada konuşturulmayan madencilere, büyük İngiliz şairi Joe Corrie’nin “Madenciler İçin” yazdığı bir oyunda yer verdiği “Kadınlar Bekleşiyor Bu Akşam” adlı şiirini armağan etmek ve içimdeki derin acıyla susmak istiyorum:
“Kadınlar bekleşiyor bu akşam maden ocağının başında
dehşetten kalpleri ha durdu ha duracak
kirli gökyüzünde hortlaklar gibi bakan, çarklara dikmişler gözlerini
altında esir hayatı yaşanan ölü sessizliğindeki çarklara, kaderin sessiz çarklarına
fırtınadan kaçıp sığınmış koyunlar gibi toplanmışlar küme küme
dururlar kımıldamadan dururlar sessiz soluksuz
ayakları altındaki kuyularda az önce
kayalıklar arasındaki kömür damarlarında
yanan ve parlayan gaz birdenbire ölüm saçtı dört bir yana.
Gece kapkara gece soğuk, yağmur yağıyor sis içinde
atkıları, üstleri başları sırılsıklam. Çukur, sıska yanakları mosmor kadınlar bekleşiyor.
Bir mucize kurtarır onları kurtarsa kurtarsa
böyle geldiydi kadınlara haber. Ama kadınlar dönmeyecekler yuvalarına
ocaklarının başına dönmeyecekler. Bekleyecekler şafak sökene dek,
başlayıncaya dek dönmeye çarklar yeniden
getirilinceye dek sedyeler içinde buraya sevdikleri
bağlandıkları erkekleri buraya getirilinceye dek bekleyecekler.
Saatinden tanıyacaklar kimini, kimini bir düğmeden, kimini bir sezgiyle sadece.
Ve üç gün sonra bütün bu ölüler hep birlikte gömülecekler büyük bir çukura…
Sevgilerini ve üzüntülerini gönderecek kral hazretleri.
0 milletvekili de orada olacak, hani şu bilinen kişi.
Son grevde, madencilerin karşısına asker çıkaralım diyen,
görünecek çok kederliymiş gibi. Parlak kara şapkası ışıldayacak başında,
gidecek cenazenin arkasından ağır ağır şık iskarpinli ayakları.
Ocağın sahibi de orada olacak, o herif ki, belki yüz kere demişti,
anam avradım olsun madencilere at eti yedirmezsem.
Papaz efendi de orada olacak.
Çocukların nafakasıyla fare besleyen papaz efendi,
dua edecek ağlamaklı, yüreklerini parça parça edecek sevdiklerini yitirenlerin,
basa basa sözcüklerin üzerin palavralar sıkacak papaz efendi.
Sayıp dökecek tehlikelerini maden ocağının
ve madencilerin değerini sayıp dökecek ve yiğitliğini.
Ve bütün gazeteciler, zehirlemek için kamuyu,
mürekkep harcamışlardı denizler dolusu, ”endüstrinin yıkıcılarına” veryansın etmişlerdi hani, kimbilir ne acıklı öyküler döktürecekler.
Ve halk üzülecek: ”Ne acı!” diyecek, “Ne acı!” Unutulacak ama her şey,
haftasına varmadan.
Ve milletvekili ve maden ocağı sahibi ve papaz efendi ve gazeteler ve beyni yıkanmış kamu, depo edecekler zehirlerini, kinlerini
gelecek ilk büyük maden grevinde boşaltmak için.
Bu akşam kadınlar maden ocağının başında bekleye dursunlar
tanrı bile görmüyor, tanrı bile ikiyüzlülüğünü ve utancını.