Kutlu Bilgi

Tuğrul Keskin

Dilde sınırları zorlayan bir yabancılaşmanın içinden geçiyoruz. Yöneticiler Arapça sözcükleri kullanmayı ve o sözcüklere bağlı olarak geleneksel Arap kültür kodlarını aktarmayı ve bunu topluma dayatmayı pek seviyorlar. Olur olmaz yerlerde, olur olmaz kalıp ve sözcükler kullanmak pek hoşlarına gidiyor. Sözgelimi geçenlerde İstanbul’da bir bina çöktü ve hayatını kaybeden 10’dan fazla yurttaşımız, cenaze törenlerinde “yıkılış şehidi” mertebesine yükseltildiler.

O törende ‘devlet büyüyü’ “bu meyyit ve meyyiteler…” diye başlayan bir seslenişte bulundu. Arapça kadın ve erkek ölüler anlamındaki meyyit ve meyyiteler sözünü pek çok insan belki de ilk kez duydu ve şaşırdı, ölüleri bile ayıran bu söyleme…

Arapça sözcüklerin ve kültür ögelerinin kullanılma yeri ve biçimi bu dönemde o kadar çoğaldı ki, oraya hiç girmiyorum. Bin yılı aşkın bir süredir iki kültür arasında var olan ‘savaşı’, geleneksel Arap kültürünün kazanması yönünde amansız bir mücadele olduğu açık, fakat ülkeyi yönetenlerin nerede durduğunun aynı açıklıkta olmaması elbette üzücü!

Kültürler arasındaki savaş böylesine kızışıkken, sizleri gündelik hayatın söylemi içinde boğmak yerine, 11. yüzyılda öz’ünü gerçekleştirme mücadelesi veren iki kültür insanı ve iki değerli yapıtta götürmek istiyorum. Elbette bu yapıtları hepinizin bildiğini sanıyorum ama geriye dönüp bakmalarda her zaman büyük yararlar olduğu kanısındayım.

Birincisi ilk Türk dil bilimcisi Kaşgarlı Mahmud’un, Türk dilindeki ilk ansiklopedi ve sözlük olan “Divanû Lügati’t-Türk” (Türk Dilleri Sözlüğü) adlı eseri. Kaşgarlı Mahmud, bu eseriyle Türk dilini Araplara tanıtmayı ve Arapçanın etkisiyle varlığı baskı altında olan Türk dilini korumayı amaçlamıştı sanırım...

Babası Karahanlı soyundan Muhammed bin Hüseyin, annesi Bibi Rabiya al-Basrî’dır. Ailesi, yaşadıkları Barsgan şehrinde gördükleri baskılardan yılarak, o yıllarda bilim ve sanat merkezi olan Kaşgar’a yerleşmiş, Mahmud, 1008 yılında burada doğmuştur.

Türk dilleri hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak amacıyla, Türklerin yaşadığı Orta Asya ve Anadolu’yu gezmiş ve ardından Bağdat’a varmıştır. Ömrünün 15 yılını bu araştırmalar için harcayan Kaşgarlı, yaptığı gezilerde Türkçenin her yörede farklı lehçelerle konuşulduğuna tanık olmuş ve Türklerin gelenek göreneklerini de en ince ayrıntılarıyla incelemiştir. Hakaniye, Argu, Çiğil, Kıpçak, Kepenek şivelerini öğrenmiş, Arap ve Fars dillerinde de oldukça yetkinleşmiştir.

1057 yılında Kaşgar’dan ayrıldığında kendisi için bir yerleşim yeri bulmakta güçlük çekmiş, Türklerin çoğunlukla yaşadığı ve bilimsel konularda da gelişmiş bir şehir olan Bağdat’ta karar kılmıştır.

1080’de Kaşgar’a dönmeye karar verdiğinde, artık ünlü ve ülkenin ileri gelen bilim adamlarından biridir.

1105 yılında dünyamızdan ayrılan Türkçe’nin bu ilk dil bilimcisi, ardında konuştuğumuz dilin derinliğine işaret eden çok değerli bir eser bırakmıştır ki, kendisinden sonra gelenler de bu güzel dili daha da güçlendirerek geleceğe bırakabilsinler…

İkincisi Balasagunlu Yusuf’tur. Bilinen adıyla Yusuf Has Hacib. Hakkındaki bilgi oldukça az olmasına karşın, 1017’de doğduğu sanılmaktadır.

Büyük eseri “Kutadgu Bilig” boyunca adını yalnızca bir kez, "Kitap sahibi Yusuf, büyük Has Hacib, kendi kendine nasihat eder" başlıklı son bölümünde anmıştır. Bu son bölümde, 21. yüzyılın Türkçe’den ürken bilgisizleri için belki de şunları söylemiştir: “Bilgi bil, yerin başköşe olsun. Bilgisiz yürek ve dil neye yarar? Ne kadar bilsen de yine ara… Bilgi bir denizdir, onun ucu bucağı yoktur. Bilgi bil, insan ol, kendini yükselt.”

Çağının geçerli bilimlerinin yanı sıra, Arapça ve Farsça da bilen Yusuf, dil ve düşünce arasındaki bağıntıyı çok doğru kavramıştı. Dil olmadan düşünce, düşünce olmadan dil olmazdı. “İşte ben, bilgi isteyerek ona el uzattım, sözü söze katarak dizip sıraladım…” diyerek sözcüklere karşı sevgisini ve dildeki derinliğini ne güzel anlatmış.

Kutadgu Bilig’deki; “Ne kadar söylense bile, sözü kim tüketir, o pınarlar arasından durmadan akar gider…” anlatımı, dilin; yazarlar, sanatçılar, bilim insanları ve bir ülkeyi yönetenler tarafından doğru konuşulduğu, yapıtlar üretildiği sürece yetkinleşip gelişeceğidir. Başka bir seçenek olabilir mi zaten?

Yusuf Has Hacib ayrıca; “astronomi bilimini öğrenmek isteyenlerin, önce geometri ve hesap kapısından geçmesi gerek” demiş, ardından “aritmetik ve cebir, insanı kemâle ulaştırır; toplama, çıkarma, çarpma, bölme, bir sayının iki katını, yarısını ve karekökünü alma işlemlerini bilen, yedi kat göğü avucunun içinde tutar. Her şey hesaba dayanır…” diye eklemiş. Yani Kutadgu Bilig, Türk dilinin ilk siyasetnamesi olmuş ve Türk edebiyatının ilk nazım şeklini de o kullanmıştır. Bu nazım şekli mesnevidir.

Bir siyasetnâme veya bir nasihatnâme olarak adlandırılabilecek Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hâcib’in yetiştiği çevrenin dil, bilim ve felsefî birikim ve yaklaşımları hakkında önemli bilgiler vermektedir. Yine Kutadgu Bilik’ten anlaşılacağı üzere, Platon'un devlet ve toplum anlayışı iyi bilinmekte ve uygulanmaya çalışılmaktadır. Bilimin ve bilginlerin değerinin anlaşıldığı; bilimin, güvenilir bir rehber olarak görüldüğü de ayrıcı değerli bir ayrıntıdır.

Yusuf Has Hacip’in şu sözleri bugüne bir şey söyleri mi bilmem? “Arapça ve Farsça kitaplar çoktur; bizim dilimizde bütün hikmetleri toplayan yalnız bu kitaptır.” Biraz abartarak söylersem: Bizdeki siyaset insanları ve yazın çevrelerinin bir kısmı dildeki hassasiyetlerini yitirirse, Kutadgu Bilik’in ne kadar gerisine düşeriz? Ve ülkeyi yönetenler, Yusuf Has Hacib’ten yararlansalar “has” bir söylemin sahibi olmazlar mı? Ve bizler de bu tür yazılar yazmaktan kurtarsalar, iyi olmaz mı?