2013’de yazdığım bir yazıda “Öğretilmiş Çaresizliği” merkez alarak, o yıllarda içinde bulunduğumuz ruh halinden söz etmişim… Şimdi İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerin yönetimi muhaliflerin kontrolüne geçince, kimi çevrelerden yükselen sesler bana bu yazıdan kısa bir alıntı yapma gereği doğurdu. Görünen o ki Yüksek Seçim Kurulu, 298 sayılı ‘Seçimlerin Temel Hükümleri’ hakkındaki kanunun 112. Maddesini ihlal ederek “gerekçesi ve delili olmayan itirazları inceleme” kararı alıp, bu Öğretilmiş Çaresizliğe iktidar lehine yeni bir katkı sunmayı amaçlıyor.
“…İnsan toplumsal düzlemde ne zaman çaresiz hisseder kendisini? "Ne kadar da azmışız, biz bu güçle hiç bir şey yapamayız" diye düşünmeye başlayınca. Oysa milyonlarca insan aynı şeyi düşünür; "Biz hiç bir şey yapamayız..." Sonuçta tek başına kalmayı sürdürürler (se) olacağı elbette "hiç bir şey yapamamaktır." Çünkü iktidarın organları da her güç gösterisinde bunu söylerler; "Siz bir şey yapamazsınız, güç bizde…" Bu algıyı oluşturma isteklerinin temelinde, elbette Öğretilmiş Çaresizliği güçlendirmek yatmaktadır.
Öğretilmiş Çaresizlik: kişinin herhangi bir durumda çok sayıda başarısızlığa uğrayarak, bir şey yapsa da hiçbir şeyin değişmeyeceğini, olayların kendi kontrolünde olmadığını, o konuda bir daha asla başarıya ulaşamayacağını düşünüp, bir daha deneme cesaretini kaybetmesidir. Bizim insanlarımız daha küçücük yaşlarında bunu aile yahut yakın çevresinden öğrenir zaten. Pek çok babanın icat çıkarma sözü en çok da bu duygunun gelişmesi içindir sanki... Evlerde korku abidesi gibi dolaşan abiler bu çaresizliği çoğu zaman farkında olmadan örgütlemiş olurlar. Tabii Doğu toplumlarında bir de yanlış öğretilmiş din olgusu var ki dünyaya ilişkin çaresizliğin kaynağı gibidir. Her şeyi Tanrı'nın bildiği, kulların ancak itaat ettiği bir düzen, en başında çaresizleştirir zaten insanı. Tıpkı şu an ülkemizde olduğu gibi…”
Ve Türkiye’nin muhalif gücü uzun yıllardan sonra bu Öğretilmiş Çaresizliği yendi. Şimdi sandıklardaki kazanımını kaybetmeme savaşımı içinde ve baharın gelişini kutluyor. Asıl bu iktidar unsurları televizyonlarda barbar bağırmayınca baharın gelişini anlıyormuş insan. Bir arının vızıltısını, bir kuşun kanat çırpışını, bir kirpinin fısıltısını, sincabın sıçrayışını, kaplumbağanın ayak sesini duyabiliyormuş, asıl mutluluk buymuş! Hakaret, kibir, öfke, salya, şiddet, aşağılama, görgüsüzlük, küçümseme, tehdit… Bunların hiç biri yok birkaç gündür, insanın bağırası geliyor; yaşamak güzel şeymiş be kardeşim!
Ülkenin, hepimizin 1 Nisan sabahından bu yana yaşananlara ne çok ihtiyacı varmış meğer. Saygıya, hoş görüye, iyiliğe, alçaktan söylenen söze, karşısındakini duymaya, anlamaya ne çok ihtiyacı varmış herkesin… Dağlarına, kuşlarına, her yaştan insanlarına ve her bir köşesine bahar gelmiş memleketin. Bu bahar, öyle metaforik anlamda bir bahar da değil üstelik, gerçek bir bahar havası ve kokusu sarmış dört bir yanı…
Kiminle konuşsam mutlu, geleceğe daha bir umut, direnç ve mücadele isteğiyle bakıyor. Evimizde de durum farklı değil. On yıllık eşimi, neredeyse ilk defe şarkı söylerken yakaladım dün sabah… Her yanımızdan umut fışkırıyor, durumumuz bu ve bu durumdan sonsuzca mutlu kalbim! Bu umudu ve ‘çarenin biz’ olduğumuz gerçeğini asla unutmamalıyız...
Kimilerinde de hâlâ o bildik endişe yahut Öğretilmiş Çaresizlik sendromu sürüyor kuşkusuz. Ya yeniden bir katakulli yaparlarsa, ya oyları çalarlarsa, ya zor kullanırlarsa, ya yine başaramamışsak… Bütün bunlar olmaz değil, elbette olabilir! Fakat dün iktidar gazetesi Yeni Akit’te, A. Dilpak’ın yazdığı gibi “sonun başlangıcı…”nı daha da hızlandırır bu durum, başkaca da bir işe yaramaz! Çünkü 31 Mart’ta deneyimleyerek gördük ki; ‘ çare bizmişiz…’
Bakın 111 yıl önce, 8 Temmuz 1908 İkinci Meşrutiyet”in hazırlık günlerinde Millet Şarkısı adlı şiiriyle şöyle sesleniyor Tevfik Fikret:
“… Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa,/Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır./Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa,/Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır./Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol;/Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa... var ol!
Vaktiyle baban kimseye minnet mi ederdi?/Yok, kalmadı haşa sana zillet pederinden./Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi;/Silkin, şu mezellet tozu uçsun üzerinden//İnsanlığı pamal eden alçaklığı yık, ez;/Billah yaşamak yerde sürüklenmeğe değmez.
Haksızlığın envaını gördük... bu mu kanun?/En gamlı sefaletlere düştük... bu mu devlet?/Devletse de, kanunsa da, artık yeter olsun;/Artık yeter olsun bu deni zulmü cehalet.../Millet yoludur hak yoludur tuttuğumuz yol;/Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa... var ol!”
Fikret’in bu şiiri söylediğinden bu yana ne değişti ki demeyin sakın? Çok şey değişti; bir kere aydınlanmanın fidanı Anadolu’ya ekilmiş ve bu toprakların mayasına karışarak tutmuş, köklenmiş, ağaca dönmüştür ve o ağaç kolay kolay sökülüp atılamaz artık bu topraklardan. Bu gerçeği hep aklımızda tutarak adım atmalıyız ve asla unutmamalıyız; 1900’lerden bu yana bu yurdun insanları, karanlıkla büyük bir kavganın içindedir ve o kavga sürüyor daha, sürecek! Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Not: Önümüzdeki hafta şimdiki gibi olağanüstü bir durum gelişmezse, geçen haftaki yazımın ikinci bölümü olan Nahcivan ve Tebriz izlenimlerimi paylaşacağım sizlerle.