(“Zito i Epanastasis” üzerine zorunlu bir yazı)
Yanılmıyorsam 2010 yılında bir etkinlik için Selanik’ten İzmir’e gelen KKE (Yunanistan Komünist Partisi) üyesi sanatçılarla birlikte olmuştuk. Sıcak yürekli, dost gülüşlü, güzel insanlardı hepsi. O sohbetlerden birinde “Yorgo Yoldaş” demişti ki: “Biz geçmişten beri kan kardeşiyiz; Küçük Asya’nın işgaline karşı yapılan direnişlerde Selanikli ve Atinalı 117 Komünist Parti üyesi kurşuna dizilmişti, siz bunu biliyor muydunuz?” Bilmiyordum ve her iki anlamda da üzülmüştüm. Verili tarihin öğrettiğinin aksine, Küçük Asya’nın, yani İzmir başta olmak üzere bütün Batı Ege’nin işgaline karşı direnen insanlar varmış Yunanistan’da ve bunlardan 117’si meğer kurşuna dizilmişti Atina’da, ah nasıl da burkulmuştu yüreğim o gün!
Aradan birkaç yıl geçti ve “Barışın Sesi” adlı bir kitapta Yorgo’nun anlattığı olayın bir devamı olarak İzmir’de kurşuna dizilen Yunan Askerlerinin öyküsünü okudum ve bir kez daha çok derinden etkilendim! Yakıcı mahvedici bir duyguydu bu da!
O gün karar verdim; o barışsever askerler için ‘hiç değilse bir şiir yazmalıydım…’ Fakat o bir şiir, nehir şiire dönüştü ve ardından onların anılarına ithaf ettiğim ve 2014’de yayınlanan, adını katledilen 200 Yunan Askerinin manifestolarından alan “Zito i Epanastasis” (Yaşasın İsyan) adlı kitabım çıktı. Kitabın birinci bölümündeki şiirler ve anlatı o cesur, kutsal ölülere ithaf edildi. Bu köşeyi okuyanlar hatırlayacaklar, geçen hafta bu konuyu ayrıntısıyla yazmıştım.
Fakat her nasılsa kitap yayınlandığı andan itibaren ve yakın zamana kadar başta radikal sağcılar ve liberaller, buradaki ölümler için bir “kaynakça” derdine düştüler. Daha bu yılın başında havuz medyasının amiral gemisi “Sabah Gazetesi” tam sayfa bir yayın yaparak olayın uydurma olduğunu, Yunanistan’da hiç kimsenin bu olaydan haberinin olmadığını yazdı. Üstelik bu iddiada bulunan “tarihçinin” neredeyse çeyrek sayfa tutan fotoğrafı da ‘pek fiyakalıydı!’ Irkçılardan ve dincilerden aldığım tehdit ve küfürleri saymıyorum bile… “Bizim mahalleden” kimi tarihçi ve araştırmacılar da “Eğer böyle bir olay var idiyse, neden daha önce edebiyat yapan hiç kimse tek kelimeyle bu olayı yazmamıştı!” derdine düştüler! Oysa o yıllarda TKP’liler ve içerideki yurtsever sanatçılar Yunan Ordusundaki isyan çağrılarından da, ölümlerden de, mahkûmiyetlerden de haberliydiler… Nitekim TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’nün Eylül 1922’de Aydınlık’ta yazdığı yazı bunun en güzel kanıtlarındandı!
Yakın zamanda Nazım Hikmet’in “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” adlı romanında tesadüfen fark ettiğim bir bölüm, bütün bu haksız saldırılara bir yanıt gibi oldu… Nazım, andığım romanının 9. sayfasında şöyle yazmış; “…Bu sulara 1919’da Yunan Donanması demirledi. Yunan Orduları bu kıyılardan bastı ayağını Anadolu toprağına İngiliz’in emriyle ve arpalar biçilip buğdaya başlanırken ve yine buradan 1922 sıcaklarında döküldüler denize, arkalarında yaktıkları şehri bırakarak. Yukarıdan böyle bakılınca, yangın yerleri, şehrin içinde öbek öbek ve karmakarışık boşluklardı. Ahmet, alevlerin arasından İzmir’e giren Türk atlısını gördü. Her nedense bir tek atlıyı, her nedense Adana köylülerinden bir atlı. Niçin Adana köylülerinden? Bir elinde al sancak, bir elinde yalın kılıç… 1922 sıcaklarında İzmir’e giren Adanalı atlı şimdi, 1925’te nerelerdedir? Ne yapıyor? Hangi beyin çiftliğinde ırgat? Yarıcı? Ya Yunan Komünistleri? Yunan ordusunu isyana çağırdıkları için kurşuna dizilenler değil; onlar Anadolu toprağında yatıyor, Mehmetçiklerle yan yana, ötekiler, hapse atılanlar? Hâlâ bir Yunan adasında, demirlerin arkasındalar mı?”
Esasen Nazım Hikmet ve o dönemin Türk komünistlerindeki tarihsel vicdan her zaman bir saat gibi işledi. Yunan komünistlerinin hakkı olan onurlarını onlara teslim etti ve ‘öte yakadaki’ vicdanlı tarihçiler, Petra Petratos* başta olmak üzere bu büyük mücadeleye ses oldular.
Ve ben, bu kirli Yüzyılın bir şairi olarak, ilk kez 2010’da duyduğum ve ardından 2012’de derinleştirdiğim bu barış, kardeşlik bilgisini şiire dönüştürmekten başka ne yapabilirdim?
Korkunç savaşlardan, derin acılar ve büyük yıkımlarla çıkmış dünyamız için, barış dilemekten başka ne gelirdi elimden?
Irkçı politikacıların düşmanlık örgütleyen sözleri ve şarapnel parçalarıyla paramparça olmuş yüzünü ve dağlarını ve ormanlarını ve toprağını onarmak dünyanın, bir güzel sözle başarılacaksa eğer, o sözü haykırmaktan başka ne gelir elimden!
Bir şair, geçmişte unutulmuş küçücük bir barış fısıltısını dahi duysa, onu bir çığlığa dönüştürmek dışında ne düşünebilirdi zaten? Çünkü “barış içinde ancak soluk alabilir evren…”** Tarihin kanlı karanlık labirentinde sınanmış bilincimizden bunu öğrendim ve başkaca da bir şey gelmedi elimden!
*Petra Petratos’un “Küçük Asya Savaşı ve Yunan İşçi Hareketi” adlı kitabı bu direnişlerin anlatıldığı önemli kaynaklardandır ve kurşuna dizilen 200 Yunan Askeri’nin manifestoları da bu kitaptan dilimize çevrilmiştir.
**Yannis Ritsos’un Barış adlı şiiri.