Her insanın yaradılışında bir şiir vardır aslında…
Kimi yaradılışlardaki iç sesler kakafoniktir, tek sestir, yalnızca kendisi içindir. Kimi iç seslerse dünyaya, evrene, oradan da sonsuza haykırmak içindir, senfoniktir. İşte şiiri açığa çıkartan ses, bu senfonik olandır.
Varoluşumuz aslında sürekli bir iyilik yayar çevremize, kimimiz bunun farkındadır, kimimizin ruhu duymaz.
Bu iyilik yetisi tek başına yaradılıştan da gelmez, okuduklarımızdan, ilişkilerimizden, hayatla kurduğumuz dilden de gelir.
Her aşkın, her arkadaşlığın bir şiiri vardır sözgelimi...
İlişkilerden güzel bir şiir çıkabilmesi için, o ilişkilerdeki insanların iç sesleri de yetmez.
O seslerin, ilişki içinde olduğumuz insanlığın iç sesleriyle; yani acısı, özleyişi, mücadelesi, tarihsel sezisi ve daha pek çok duygulanımıyla uyum içinde olması gereklidir…
Pek çok söz, sözcük duyarız ömrümüzce. Kimi hoş gelir gönlümüze, kimi sözcüklerle coşkulanır, kimi sözcüklerle hüzünlenir, kimi sözcüklerle acır, kimi sözcüklerle burgaçlanır içimiz…
İşte gönlümüz bütün bu sözcüklerin maestrosudur aslında ve her maestro bir şiiri arar.
Kimi maestrolar sezgi, sözcük ve aşk denizinde yüzdürür insanı; kimileri sığ bir derenin kıyısında bekletir. Bekler durursunuz oltanıza takılacak bir coşkun şiiri ama o şiir hiç gelmez.
Ve belki de Fazıl Hüsnü Dağlarca böyle bir durum için söyledi: Ey şair adayı; şiir kirlenmemiş suya benzer, içilir.
Dipteki sonsuz seslere kulak verenler bıkmadan aramayı sürdürürler şiiri; bir aşkın bir aşkı, bir rüzgârın bir rüzgârı, bir acının bir acıyı, bir ışığın bir ışığı, bir denizin bir taşı araması gibi sürdürürler aramayı…
Bütün bu aradığımız şeylerin toplamına şiir diyebiliriz belki... Yani şiir bir bakıma insanın kendisindeki, doğadaki, tarihteki, evrendeki sesleri aramasıdır. Kimimiz bulur bunu, üzülerek söylüyorum, kimimiz bulamaz.
Şiir, en derindekini hissediştir. Şiirin dışına düşmüş, şiiri tanımadan ölmüş her canlı ham gitmiş, olgunlaşmamış demektir. Oysa bütün kadim öğretiler “cenneti” olgunlukta vaat ederler. Çok inanmış gibi görünseler de olgunlaşmamış insana cennet yasaktır, elma gibi.
Zaten Octavio Paz; Şiir, insanı kendisinin dışına çıkarır ve aynı anda asıl varlığına, kendi kendisine geri götürür. Şiir varlığa giriştir, demişti.
Broy Yayınları 90’lı yılların başında, Füsun Erbulak’ın çevirisiyle bir kitap yayımladı, elbette piyasa satışı yoktur artık ama bulur da okursanız pek seversiniz: Bir Aşk Ermişi: Bagwan. Bu kitapta Hindistanlı aşk gurusu, öğretilerinden birinde aktarıyor ki; bir gün bir keşiş, ölümle yaşam arasındaki ilişkiyi anlatırken şöyle söylemiş; ölüm de yaşam kadar değerli, hayatın bir parçası ve devamıdır. Doğumlara ne kadar seviniyorsak, ölümlere de o kadar sevinmeli ve asla üzülmemeliyiz… O sırada sınıfa bir öğrencisi girmiş ağlayarak. Hocası neden ağladığını sorduğunda; Hocam, bizim bir komşumuz vardı 80 yaşında, çok varlıklı bir insandı, elini sıcak sudan soğuk suya sokmadı, hiç çalışmadı, açlık nedir bilmedi, hiç acı çekmedi, hep o güzel bahçelerinde kuşların sesini dinledi ve şimdi de öldü, demiş. Hoca bu öyküyü dinleyince başlamış ağlamaya. Öğrenciler şaşkın; Hocam, hani ölüm de yaşam kadar sevinilecek bir olaydı, şimdi neden ağlıyorsunuz, demişler. Ben, demiş hoca, o adamın ölümüne değil, bu dünyadan pişmeden, ham gidişine ağlıyorum.
Ve ekliyorum: Şiir başkaca neyi arar? Galiba paraya dönüşmeyecek ne varsa onu… Çünkü paranın incittiği ve kirlettiğini en iyi şiir bilir. Hep birlikte yaşayarak öğrendiğimiz bu korkunç çağda bir yok edici tanrı olarak para, durmaksızın iyiyi ve iyi insanı yok etmeyi sürdürüyor! Şiirse iyi olanı aramaktan asla vazgeçmez, varlık sebebi budur çünkü.
Şiiri ve iyiyi aramayı sürdürenler, Şeyh Galip’e de kulak vermeli: Şiir, mumdan kayıklarla alev denizini geçmeye benzer… İyi insanlar bu alev denizinden geçmeyi göze almazlarsa, korkarım bin yıllardan bu yana yangınlardan ve karanlık ordulardan kaçırdıkları ne varsa, bir kül denizinde savrulup yok olacak!
Balçova, 13 Ekim 2018
*Bu yazıyı, Ahmet İnam Hocamı okumak esinledi. Varlığına teşekkürlerimi sunarım.
*Fazıl Hüsnü Dağlarca.