Türk şiirinde kuşak sorunsalı

Tuğrul Keskin

Hayatı ileriye doğru yaşarız kuşkusuz, fakat geriye dönüp bakmazsak, geleceği de anlayamayız… Gerçekten böyle değil midir? Geçmişi olmayanın geleceği olabilir mi? Söz gelimi şiir, dönüp dönüp geriye bakmazsak, bizden bir önceki halkayı ve ondan da öncesini okumaz, yararlanmazsak, yeni bir şiiri nasıl kurabiliriz, nasıl kurulabilir yeni bir dünya?

Hanidir sohbetlerde söylerim; her on yılda bir yeni bir şiir kuşağı ortaya çıkmaz diye, çünkü yazılan her şiir birbirine eklenerek gelişir, büyür! Hiçbir şiir yazıcısı ‘kendinden menkul’ değildir; kulak dolgunluklarımız, okumalarımız bizi bir şiire götürür ve o şiiri yazarız. Nazım, ‘putları yıkıyoruz’ derken, o putların içindeki özü, cevahiri koruyarak, hatta ele alıp daha da geliştirerek kurdu şiirini. Halk şiirinden en çok yararlanmış ve halk kültürünü en doğru anlayıp dönüştürmüş şairlerin başında kuşkusuz Nazım gelir. Şeyh Bedreddin Destanı bu alandaki ilk ve en değerli çalışmadır. Nazım sonrası şiir yazan toplumcu şairler, hangi kuşaktan olurlarsa olsunlar, bir parça onun etkisinde kalarak, onun yazdığı şiirsel gövdenin bir parçasını örerek yürüdüler kendi zamanlarını…

Söz gelimi 60’lı 70’li yıllarda şiir yazan toplumcu şairler, yazdıkları şiiri “tek başına” kendilerinin kurduğunu söyleyebilirler mi? O şairler de Nazım Hikmet başta olmak üzere, 1940 Toplumcu Kuşağından gelen şiir damarını genişletmediler mi? Bu konularda soru çok...

Demem şu, bu kuşak meselesi gündeme geldiğinde konuşulması gereken, her on yılda bir öbek oluşturmaktan ziyade, yazılan şiirin bir önceki şiirle kurduğu düşünsel, poetik bağ olmalı. Üstüne çok düşünülen, yazılan bir mesele değil ne yazık ki bu. Ama geliştirici dönüştürücü olan, tam da bu noktadan konuşmaya başlamak… Bunları konuşmadığımız için belki de şiir, gittikçe hayatın dışına düşüyor, yaşamla bağı kopuyor şiirin ve gittikçe sentetik, uyuşmacı, magaziner bir dil şiirin ruhunu işgale yelteniyor!

Sözü biraz da Veysel Çolak’ın yeni kitabına getirmek istiyorum aslında. Şiir üstüne yoğun düşünen bir şair Veysel Çolak, İzmir’de yaşıyor. Yeni yayınladığı kitabının adı; “Türk Şiirinde Marksist Eğilim -70’li Yıllar*”Üstüne çok az düşünülmüş, pek az yazılmış bir konu. Veysel Çolak, bütün kitap boyunca şiirsel yapının birbirini örerek geliştiğini söylüyor. Ve 1923 sonrası yazılan şiirin bir bakıma Türkiye'nin siyasi tarihi olduğunu imliyor, haklı da! Kitap boyunca, Nazım’dan başlayarak, birbiri içinden geçen on yılları ve birbirine eklemlenerek gelişen bir şiir çizgisini tarihsel bir roman kurgusuyla anlatıyor, kuşak sorunsalını tartışıyor. Ve çağdaş şiirimiz içinde değerli saydığımız pek çok şiirin, kuşağına bakılmaksızın, Marksizim’den etkilenen şairlerce yazıldığını söylüyor. Her yaştan şairlerin, birbirini nasıl da etkileyerek, geliştirdiğini kanıtlıyor. Söz gelimi şöyle söylüyor kitabın girişinde;

‘Türkiye koşullarında emperyalizme, ağaya, ağalık düzenine, emek sömürüsüne, burjuvaziye, faşizme, antidemokratik yasalara ve bu yasaların uygulanmasına karşıysanız ve aynı zamanda emekten, demokrasiden, eşitlikten, barıştan, işçi sınıfından, bireyden, tam bağımsızlıktan, ulusal kurtuluş savaşlarından yanaysanız, bu amaçla çalışmalar yapıyorsanız; bu duruşunuzu partide, sendikada, yürüyüşte, mitingde, grevde eyleme dönüştürüyorsanız; şiirde, hikâyede, romanda, karikatürde, resimde, heykelde içerik olarak ortaya koyuyorsanız komünist diye nitelendirilirsiniz. Ne yazık ki hep öyle olagelmiş, halka yeni bir gelecek, yeni bir yaşam biçimi öneren bütün şairler (sanatçılar) suçlanmış, gözaltına alınmış, yıllarca Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmış, tutuklanmış, sürgüne gönderilmiş, kitapları toplatılmış, düşüncelerini söyleme hakları ellerinden alınmış, iş bulamaz hale getirilmiş, yalnızlaştırılmışlardır. Bu yoğun baskılar, elbette şairleri susturamamış; her türlü antidemokratik siyasi yaptırımlara karşı insan onurunu savunan direniş kesintisiz sürdürülmüştür.’

(…)

‘1970'li yıllarda şiir, içine sinen günlerin kendisi olmuştur. Şiirin değişmesi, içerik kazanması; toplumsal koşulların, durumların, olguların, olayların değişmesiyle bire bir örtüşmüştür.  Şairler 1970'li yıllarda olan bitene duyarsız kalmamış toplumcu içerikli şiirler yazmışlardır. Her olgu ve olaya tanık olmuşlar, toplumcu şairler sanık olmayı göze almışlardır. Sonuçta yaptıklarıyla, eyledikleriyle, kıldıklarıyla tarihsel belge niteliğinde şiirler yazarak şair sorumluluğunun gereğini yapmışlardır. Evet, şairler 1960'lı, 1970'li yıllarda yaşanan cehennemi gördüler ve susmadılar. Böyle olduğu için 1923'ten bu yana yazagelen şairlerin Marksist eğilim gösterdikleri, yazdıkları şiirlerin de Marksist içerikli olduğu saptaması yapılmıştır. Bu kitapta söz konusu saptama irdelenmiş, tarihselliği içerisinde Marksist eğilimli Türk şiirinin gelişiminin izi sürülmüştür.  Özellikle 1970'li yıllarda varılan noktanın altı çizilmiştir. Bu çalışmada söylenenler, toplumcu anlayışa yönelik bir uyarıdır aynı zamanda. Dahası Marksist eğilimli şiirin yeniden tasarlanmasını önermektedir.’

Belki de şiiri yeniden görünür kılabilmemiz; şairin yeniden toplumsallaşmasında ve şiirin, yeniden yaşamın içindeki insanı önceleyen bir söyleme kavuşmasında saklı. Bu da kuşkusuz bizden önce yazarak dünyamızdan geçen toplumcu şairleri derinliğine anlamak görevini dayatıyor her şaire. Şöyle de söyleyebilirim; geldiğimiz şu son noktada geleneğin dönüştürmek devrimci bir görevdir ve bu görev, insandan yana olduğunu söyleyen her şairin sırtındadır!

30 Ocak 2020, İzmir

*Veysel Çolak, “Türk Şiirinde Marksist Eğilim-70’li Yıllar” İnceleme, Klaros Yayınları 110 sayfa.