Düşünen, üreten, yazan insan olmak niçin bunca vefasızlığa muhatap kılıyor insanı? Şair olmak, yazar olmak neden bu kadar güç bizim memlekette? Eğer sözünün eri bir yazarsan yahut boyun eğmeyen bir şairsen; ya açsın, ya açıktasın, ya cezaevinde, ya morgdasın, hiç ortası yok bu işin.
Bir zaman önce bir kitabı karıştırırken, Ömer Seyfettin’in hazin ölümünün ardından yaşadığı vefasızlık, tek başınalık yüreğimi parçalamıştı. Vefasızlık tam da böyle bir şeydi işte! Bir fotoğraf vardı kitapta ve fotoğrafta bir ölü boylu boyunca yatıyordu. Altında “Türk Edebiyatının öncü öykücü ve düşünürü Ömer Seyfettin…” diye yazıyordu.
Ömer Seyfettin, ömrünün son günlerinde, yoksulluk içinde, İstanbul Kadıköy’deki kiralık evinde yalnız yaşıyordu. Oturduğu eve Reşat Nuri, "Münferit Yalı" adını takmıştı. Onunla ilgilenebilen en yakın arkadaşı Ali Canip'ti. Hemen her gün uğruyor, yemesi için evinden biraz yemek getiriyordu. Son günlerinde ateşli hastalığı ilerlemiş, adeta kendini kaybetmişti büyük usta. Ali Canip onu faytonla Numune Hastanesi'ne götürmüştü.
Hastanede yattığı süre gözünü açmadı. Ara sıra "çocuk… çocuk..." diye sayıklıyordu. Belki uzun süredir yüzünü görmediği kızını anıyordu. Ömer Seyfettin kalbindeki özlem ateşiyle burada hayatını kaybetti. Büyük yazarı hastanede tanıyan kimse çıkmadı. Cesedi sahipsiz bir ölü sayıldı. Kadavra olarak değerlendirmek üzere tıp fakültesine verildi. Çevresinde tıp fakültesi öğrencileri toplandı; hastane hademesi cesedin üzerine elini koydu ve önce hatıra fotoğrafı çektirdiler, sonra da hademe testereyle cesedin başını kıtır kıtır kesti.
Fotoğraf gazetelerde yayımlanınca, üstadı tanıyanlar telaşla hastahaneye koştular, başsız cesedi kurtarmaya çalıştılar. Tarih 6 Mart 1920'ydi ve yer Haydarpaşa Numune Hastanesi'ydi.
Başka söze gerek var mı? Diyecektim ki bugün Barış Terkoğlu’nun yazısın okudum gazetede. Başka söze gerek vardı. Çünkü bu topraklarda düşünen insan olmak gerçekten çok zordu. Öyle ünlü olmak, öncü olmak, Milli Mücadele’nin coşkun şiirlerini yazmak, bir kuşağı derinden etkilemek de yeterli değildi bu vefasızlıktan nasiplenmek için. “Mehmet Akif’in oğlunu kim öldürdü” başlıklı yazısında Barış Terkoğlu bir başka büyük drama dikkat çekiyordu.
Bu dikkat çekiş, dinci sağın ne denli ikiyüzlü ve her kutsalı her an her yerde ne kadar pervasızca kullanabileceklerinin de kanıtı gibiydi. Biliyorsunuz kürsüye çıkan her dinci, Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nı yazarken marş için konulan ödül parasını (500 lira) bütün ihtiyacına karşın nasıl elinin tersiyle ittiğini, bu iman gücünün milli mücadeleyi kazandığını vs. söyler dururlar her zaman. Ama iş gerçekten İstiklal Marşı’nın içeriğini ve hayatiyetini savunmaya gelince, “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” ve “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celal…” dizelerine takılıp, “ümmetçi” gerçek yüzlerini açık ederler. Akif ve Milli Mücadele düşmanlıkları da açığa çıkar böylece. Yazı bunun çok güzel bir örneği. Özetleyerek aktarmaya çalışacağım.
“Şöyle anlatayım” diyor Terkoğlu: “Akif, ilk Meclis’te Burdur vekiliydi. Bu vesileyle 6 sene önce bir adım atıldı. Akif’in şehirde kaldığı söylenen Çelikbaşlar Konağı restore edildi. “Mehmet Akif Ersoy Kültür Evi”ne dönüştürülen bina, küçük bir müzeye çevrildi. Bazı mektup ve evrakların yanı sıra, Akif’in bir de silikon heykeli sergileniyordu.
Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü yakında bir gelişme oldu.
Son seçimde AKP’den milletvekili aday adayı olan eski vali Şerif Yılmaz bir karar verdi. Kültür Evi’nin boşaltılmasını istedi. Artık İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Hizmet Binası olarak kullanılacaktı. Karardan sonra, sergilenen eşyaların ne olacağı endişesi başladı. Neyse ki şehirdeki üniversite devreye girdi. Her şey okula getirildi. Böylece sokağa düşmekten, bodruma atılıp küflenmekten kurtuldu…”
Daha fazlası olamaz diyorsunuz, biliyorum. Ben de yıllar önceki bir olaydan Rasim Cinisli’nin kitabı sayesinde haberdar oldum. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’nin 1965 Mart’ı ile 1966 Kasım’ı arasında, yani İsmail Kahraman’dan hemen önce başkanlığını yapan Cinisli, “Bir Devrin Hafızası” adıyla anılarını geçen yıl çıkarmıştı.
Malum, Akif karşıtlığının başını eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman çekiyordu…”
Yıl 1966.Tercüman gazetesi, Akif’in uyuşturucu bağımlısı oğlu Emin Ersoy’un bir gecekonduda harap halde yaşadığını haberleştirince, Cinisli ve arkadaşları harekete geçer. Emin Ersoy’u alıp, MTTB’nin spor salonunda bir odayı ona yuva yaparlar. Yatak, yorgan, üstüne kıyafet temin ederler. Düzgün bir şekilde beslenmesini sağlayarak, uyuşturucudan mümkün olduğunca uzak tutarlar. Ancak 1966 Kasım’ında Cinisli, MTTB seçimini kazanan İsmail Kahraman’a başkanlığı devrederek askere gider. Sonrasını kitaptan okuyalım:
“Emin Bey, ben askerdeyken adresimi nereden bulduysa bir mektup yazmıştı. Benden sonra MTTB’den kovulduğunu, perişanlık içinde olduğunu ve beni çok özlediğini ifade ediyordu. Maalesef birkaç ay sonra da Tophane’de bir kış günü, açık bir kamyonun karoserinde donmuş olarak bulundu.”
Sokakta yatıp kalkmaya başlayan Emin Ersoy’un ölüm tarihini gazeteler 24 Ocak 1967 olarak yazıyor. Ölümünden kısa süre önce solcu yazar Çetin Altan’ın kapısını çaresizce çalıp “siz ne münasip görürseniz” diyerek para istemesi, Altan’ın cüzdanındakileri vermesi yıllarca konuşuldu. Ancak Kahraman’ın yönetime gelince, Ersoy’u sokağa atıp donarak ölümünü hazırlaması nedense “bir sır” olarak kalmıştı…”
Her iki olay da inanılmaz gibi değil mi? Ömer Seyfettin’i “kimi muhafazakarlar”, “kendi cephelerinin” öncüsü sayıyorlar oysa ve güçlükle kurtarılan başı gövdesinden ayrık vücudu kalıyordu tarihe. Ya “İstiklal Marşı Şairi”nin oğluna ve kendi hatırasına reva görülenler? Korkunç, içler acısı. Neye yormalı, bu coğrafyada yazan insan olmanın talihsizliğine mi, dinci sağın ikiyüzlülüğüne mi?
Ha bir de şu var; dinci muhafazakarların kendisinden saydığı iki örnek bu. Bizim cephedekilere yaptıklarından söz edemiyorum bile; Nazım’dan, Enver Gökçe’den, Ahmet Arif’ten, Sabahattin Ali’den, Rıfat Ilgaz’dan, Aziz Nesin’den, 40 Kuşağı Şairlerinden, Yılmaz Güney’den, Ahmet Kaya’dan…
Ve elbette bir de yaşayanlar var, acılar içinde!