Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, geçtiğimiz günlerde vefat eden Türk tiyatrosunun usta ismi Yıldız Kenter'i yazdı...
Yılmaz Özdil, bugünkü "Hep aşk vardı" başlıklı yazısında, "İşini yapacaksan aşkla yap derler ya hani… Bence Türkiye'ye bıraktığı en önemli manevi miras buydu." dedi.
İşte o satırlar...
Dedesi, Bağdat kadısıydı.
Babası, padişah Abdülhamid tarafından atanan Heyet-i Ayan azası'ydı.
Çamlıca'da uşaklı bahçıvanlı, muhteşem bir köşkte büyüdü.
Oturmasını kalkmasını bilen, iki ecnebi lisan bilen, yakışıklı bir delikanlıydı.
Yüksek tahsil için İskoçya'ya gönderildi, Glasgow Üniversitesi'nde elektrik mühendisliğinden mezun oldu.
Tam yurda dönmek üzereyken, Londra'da bir partide tanıştılar…
Güzeller güzeli İngiliz genç kadın, şahane gülümsüyor, etrafına ışık saçıyordu.
Bizim delikanlı, gördüğü an vuruldu, sırılsıklam aşık oldu.
Gözler her şeyi anlatır derler ya, belli ki, hisleri karşılıksız değildi.
Kısacık bir kaç zarif cümleden oluşan sohbet sırasında sinyali kaptı, genç kadının her gün Hyde Park'ta at gezintisi yaptığını öğrendi.
E tabii, sabahın köründe Hyde Park'a damladı.
A-aa ne tesadüf filan… Birlikte at bindiler, yemek yediler, gülümseye gülümseye muhabbeti ilerlettiler. Rüya gibiydi.
Rüya gibiydi ama, bu işin uyanması da vardı…
Tahsilini tamamlamıştı, yurda dönmesi gerekiyordu.
Kalsa, olmaz.
Bıraksa, hiç olmaz.
Pat diye sordu…
Benimle evlenip Türkiye'ye gelir misin?
Genç kadın sevinç çığlığı attı.
Coşkuyla boynuna atlayıverdi.
Sonra… Aniden az geri çekildi, oturdu, boynu büküldü.
“Hayatta en çok istediğim seninle gelmek ama, maalesef imkansız, Jack var” dedi.
Jack kim yahu?
Meğer, genç kadının ailesi tiyatrocuydu, ordan oraya turneyle dolaşan kumpanyaları vardı. Babası ölünce, annesi bir adamla Avustralya'ya kaçmış, kızını anneannesine bırakmıştı. Anneanne n'apsın, 15 yaşındaki torununu acilen başgöz etmişti. Talihsizlik üstüne talihsizlik işte, savaşa giden damat, kimbilir nerde mıhlanmış, geri dönmemiş, ardında henüz 16 yaşında hamile bir dul bırakmıştı.
Evet, Jack oğluydu.
Bizim delikanlı dinledi, dinledi…
Önce sıkı sıkı sarıldı, sonra gayet sakin bir ses tonuyla “hiç sorun değil, oğlumuzla birlikte gideriz” dedi.
Sevdiği kadının oğlunu, yüzünü bile görmeden evlat olarak benimsemişti.
Orient Express…
Ver elini İstanbul.
Bizim delikanlı “hiç sorun değil” demişti ama, bal gibi sorundu.
Hem de çok büyük sorundu.
İstanbul esir şehirdi.
İşgal altındaydı.
Mustafa Kemal, Samsun'a gitmek üzere Bandırma vapuru'na binerken, İngiliz gelinin İngiliz işgalindeki kabusu başlıyordu.
İstanbul Boğazı İngiliz, Fransız, Amerikan, Yunan bayraklı savaş gemileriyle doluydu, tehditkar namluları Payitaht'a dönüktü, herkes herkese şüpheyle bakıyordu, işbirlikçiler, memleketi satanlar mimleniyordu.
Bu gergin atmosferde faytona binip, köşke geldiler.
“Aman da efendim hoş gelmişiniz, küçük beyimiz sefalar getirmişiniz” falan diye kucaklaşma beklenirken, bismillah daha kapıda, delikanlının aile büyükleri duvar gibi bir suratla karşıladı…
“Nerden bulup getirdin bu gavuru” dediler!
Memleket İngiliz süngüsü altında inim inim inlerken, İngiliz gelin olacak iş miydi, böyle zamanda böyle bir evlilik mümkün müydü?
Aşklarına sığınanlar için mümkündü.
En sert eleştirilere bile kulak tıkadılar, hakaretlere göğüs gerdiler.
İngiliz gelin, sevdiği adam uğruna Müslüman oldu, kara çarşafa bile girdi, Nadide adını aldı.
Kaderin cilvesi mi desek, ne desek bilemiyorum… Mustafa Kemal Bandırma vapuru'na binerken İstanbul'a adım atan bu genç kadının nüfus kağıdına, doğum yeri olarak Bandırma yazıldı.
Çünkü, nüfus memuru gerçek doğum yerinin Londra olduğunu görünce sinirlenmişti, işgalci İngilizlerden intikam alırcasına, Londra'nın üstünü çizmiş, olsa olsa Bandırma'dır diye kaydetmişti.
Gel zaman git zaman, memleket kurtuldu, Cumhuriyet kuruldu.
Bizim delikanlı dışişleri'ne girdi.
Lozan Konferansı'nda İsmet İnönü'nün özel kalem müdürü oldu.
Şak…
Kanun çıktı.
“Hariciyecilerin eşi ecnebi olamaz” denildi.
İsmet İnönü pek takdir ettiği delikanlıya kıyamadı, başka hal çaresi bulamadığı için “boşanın, birlikte yaşayın, mesleğine devam et” dedi.
Delikanlı bu teklifi hakaret olarak kabul etti.
“Benim için ailesini, memleketini, dinini terk eden eşime bunu yapamam, mesleğimden vazgeçerim, aşkımdan asla” dedi.
Bastı istifayı…
Ivır zıvır işler yaparak, evini geçindirmeye çalıştı.
O dönemlerde memur değilsen, hayat iki kat zordu.
Hayatları kaydı.
Elde avuçta ne varsa, tükendi.
Sonra, gümüşler satıldı.
Sonra, köşk gitti.
Dımdızlak kaldılar.
Kiraya çıktılar.
Eriye eriye, gecekonduya kadar düştüler.
Çocukları olmuştu.
Saracak bez bile yoktu, çarşafları yırttılar.
Bir eli yağda bir eli balda doğup büyüyen delikanlı, eşinin hiç sızlanmadan dimdik duruşunu gördükçe, yeniden yeniden yeniden aşık oluyordu… Ama, kahrından alkole dadanmıştı.
İçmekten çalışamaz hale geliyordu, daha feci sefalete sürükleniyorlardı.
Nerede daha ucuz ev varsa, oradan oraya taşınıyorlardı, meyhanelerde sızıp kalan delikanlının kendini bile taşıyacak hali olmuyordu, İngiliz gelin, hem anne hem baba olmak zorunda kalıyordu, kırık dökük Türkçesiyle bir at arabası buluyor, soba borularını, tel dolabı sırtlıyor, yorganı döşeği yükleniyor, çocukları eşyaların arasına sıkıştırıyor, arabacının yanına oturuyor, tıngır mıngır taşınıyorlardı.
Hayatlarında eksilmeyen tek kavram, mutluluktu.
Mutluydular.
İngiliz anne, adı gibi, hakikaten nadide'ydi.
O kör kuruşa muhtaç hallerinde, sadece kendi ailesine değil, etrafına bile sahip çıkıyordu, iyilik saçıyordu, mesela hastaneden atılmış iki çocuklu bir kadına evini açıyor, sokakta dilenen gariban bir nineye kendi yatağını veriyor, aylarca bakıyor, yıkıyor paklıyor, mahalle baskısını umursamadan, komşuların fısır fısır dedikodularına aldırmadan, kaçak olarak yaşayan, dara düşmüş bir Fransız'ı sofrasına oturtuyordu.
Çocuklarına kuru ekmeği paylaşmayı öğretiyordu.
“Yalan söylemeyeceksiniz, asla kimsenin parasını malını çalmayacaksınız, vicdanınızı temiz tutacaksınız, insanlara yardım edeceksiniz” diye öğretiyordu.
Bir gün… İngiltere'nin Ankara büyükelçiliği'nden görevliler geldi.
Nasıl duydularsa, vaziyeti duymuşlardı.
“Çocuklarını al, İngiltere'ye dön, eğitimlerini üstlenelim, sosyal güvencen olsun, böyle yaşamaya devam edemezsin” dediler.
Nadide kapıdan kovdu!
“Eşim Türk, çocuklarım Türk, burada babalarının yanında yaşayacaklar, ben de onların yanında öleceğim, benim için hayatını feda eden eşimi, paraya pula değişmem” dedi.
İki millet, iki devlet, iki din arasında perişan olmuşlardı ama… Aşkları sapasağlamdı.
Üstelik, Cumhuriyet de sapasağlamdı.
O dönemin Cumhuriyet'i, şimdiki gibi sadece parası olanlara değil, yoksul ailelerin çocuklarına da fırsat eşitliği sağlıyordu, okumaya niyetleri varsa, okutuyor, üniversiteyse üniversite, konservatuvarsa konservatuvar, yeteneğin önünü açıyordu, çocuklar okudu.
Delikanlı, delikanlı gibi yaşadı, öldü.
Nadide, hayatının en çetin günlerini yaşadığı İstanbul'dan ayrılmadı, kızının evinde, kızının kollarında, vefat etti.
Hayatta en çok, kızına güvenirdi.
Bu koca yürekli kadının küllerinden doğan kızı, Yıldız'dı.
(Bu muhteşem hayat hikayesini bizzat kaleme aldı.
“Hep Aşk Vardı” adıyla oyunlaştırdı.
2000 yılında sahneye koydu.
Hem annesi Cynthia/Nadide'yi, hem kendisini, hem de kendi kızını canlandırdı, üç kuşak, üç hayat, üç aşk, tek vücut'tu.
2003 yılında kitap haline getirdi.)
70 yıllık sanat hayatında, daima zirvede kaldı.
Daima ışık saçan, daima yön veren, kutup Yıldız'ıydı.
Herhangi bir batı ülkesinde, mesela annesinin doğduğu ülkede dünyaya gelmiş olsaydı, Oscar dahil, tüm seçkin ödüllerden koleksiyonu olurdu, dünya star'ı olurdu.
Ama, annesinin efsanevi aşkı sayesinde iyi ki… Ruhu karartılan bu zavallı ülkede dünyaya geldi ve bizim Yıldız'ımız oldu.
İşini yapacaksan aşkla yap derler ya hani…
Bence Türkiye'ye bıraktığı en önemli manevi miras buydu.
Aşk'ın ta kendisiydi.