Ender Helvacıoğlu
Ender Helvacıoğlu - Eski tükenirken, nasıl bir yeni?

Eski tükenirken, nasıl bir yeni?

Herkes ve en çok da örgütlü sosyalist yapıların yöneticileri farkındadır ki, mevcut sosyalist örgütler iç krizlerini olumlu yönde çözecek mekanizmalardan ve potansiyelden yoksunlar. Artık kendileri için politika yapamıyorlar. Bu durumun birçok öznel nedeni sayılabilir. Fakat kanımca asıl neden, her birinin öznel koşullarından bağımsız olarak, nesneldir. Bu yapılar dönemin koşullarının gerektirdiği ihtiyaçlara yanıt veremiyorlar. Bunu sosyolojik bir olgu olarak tespit etmek gerek.

Peki, Türkiye gibi sosyo-ekonomik yapısı keskin çelişkilerle dolu bir ülkede (ve bu ülkenin bulunduğu bölgede) sosyalist politikanın yıllardır yaşanan bu eksikliği daha fazla devam edebilir mi? Edeceğini sanmıyorum; illa ki bazı yeni yapılar ortaya çıkacaktır. Fakat bu yapılar nasıl ve nereden ortaya çıkar, ideolojileri nasıl bir ideoloji, sosyalizmleri nasıl bir sosyalizm olur, örgütsel yapıları nasıl, yöntemleri neler olur; bu konuda ancak bazı spekülatif kestirimlerde bulunabiliriz, tarihimizden bazı çıkarımlar yapmaya ve günü okumaya çalışarak…

Öncelikle yakın geçmişimize bakalım. Sol açısından bugünküne benzer gibi görünen bir dönem 1960’ların sonuna doğru yaşandı. İlk TİP’in dönemin ihtiyaçlarına (örneğin 68 gençlik hareketlerine) yanıt verecek bir yapıyı yitirmesiyle birlikte (ve TİP gibi yeni bir otoritenin oluşmadığı koşullarda) pıtrak gibi çeşitli sol-sosyalist örgütler ortaya çıktı. 50 yıldır yaşamlarını şu veya bu şekilde devam ettiren bütün sosyalist örgütler, o dönem ortaya çıkan yapıların devamlarıdır.(Kürt solu sürecini ayrıca incelemek gerekir)

1960 sonlarında ortaya çıkan bu örgütlerin (örneğin THKO, THKP/C, TİİKP, TİKKO vb.) ideolojik, politik, örgütsel nitelikleri ve eylem tarzları bakımından, eski TKP ve TİP tarafından temsil edilen klasik çizgiden oldukça farklı oldukları, farklı yollara saptıkları ve klasik geleneğin bu örgütleri nasıl değerlendirdiği bilinir. Bu dönemin yukarıda ortaya koyduğumuz sorunsal bağlamında incelenmesi, gelecek açısından bir yere kadar ışık tutucu olabilir.

Elbette bir yere kadar, sol içi süreçlerin sınırlı bir örneği olması açısından; yoksa 1960’lar Türkiye’si ile günümüz Türkiye’sinin (ve dünyasının) toplumsal ve politik koşulları arasında dağlar kadar fark var.

Burada sosyolojik bir inceleme yapmıyoruz. Fakat her biri ciddi bilimsel araştırmalar gerektiren bazı noktaları sıralayalım ve böylece 1960’lar ile günümüz koşulları arasındaki farkı ve bu farkların -eğer yaratır diyorsak- nasıl bir sol yaratabileceğini zihnimizde canlandırmaya çalışalım.

- 1960’lar Türkiye’sinde kapitalist sistem nispeten istikrarlı bir gelişme gösteriyordu; bugün ise bir türlü rayına giremeyen kaotik gelişmelere açık bir sistem söz konusu.

- Nüfusu az ama büyük kentlerde ve büyük fabrikalarda yoğunlaşmış yapısı belirli ve nispeten örgütlü bir işçi sınıfı vardı ve esas olarak bir tarım ülkesiydik; bugün ise tabanı son derece genişlemiş ama klasik iç yapısı dağılmış, birbirinden oldukça farklı kesimlerden oluşan, çalışma sürekliliği bulunmayan, dolayısıyla yarı-lümpen proletarya diyebileceğimiz kesimleri genişlemiş, örgütsüz bir işçi sınıfımız var ve tarım neredeyse bitmiş durumda. Buna ek olarak yine oldukça geniş ve farklı niteliklere sahip bir işsiz ordumuz var.

- 1960’larda klasik sosyalizm itibarlı ve ikna edici bir ideolojiydi, sosyalist pratikler ve anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleri dünya çapında yaygınlaşıyordu; bugün ise durum tam tersi.

- Halk kitleleri içinde demokratik, barışçı ve aydınlanmacı ideolojiler etkindi; bugün ise dincilik, milliyetçilik ve etnikçilik hakim.

- Bölgemiz nispeten istikrarlıydı ve hakim devletlerden oluşuyordu; bugün ise bölgede kaos var ve bazı alanlar neredeyse devletsiz.

- Özellikle iletişim ve bilişim alanlarındaki teknolojik gelişmelerin toplumsallaşmasıyla artık bambaşka bir dünyada yaşıyoruz; yeni bir dünya daha ortaya çıktı: sanal dünya. Bir örnek: 60 ve 70’lerin en etkili propaganda araçları bildiri dağıtmak, afiş asmak ve basılı yayın çıkarmaktı; bugün bu araçlar tamamen etkisiz ve artık sosyal medya var.

Daha pek çok unsur sayılabilir, ama uzatmak istemiyorum. Kısacası üretimden kopmuş, çivisi çıkmış, istikrarsız bir ülkede, bölgede ve dünyada yaşıyoruz artık.

Bu saydıklarımız, bambaşka ideolojik, politik, örgütsel yapıları, yepyeni çalışma ve eylem tarzlarını gerekli kılar. Bırakalım 50 yıl öncesini, 20 hatta 10 yıl önceki bir kafayla ve araçlarla bugünü anlamaya ve müdahil olmaya olanak yoktur.

Öte yandan, kaosun içindeki düzeni kavrayabilmek için çok daha geniş süreçler analize dahil edilmelidir; yani yaşanılan kaosun hangi derin sürecin momenti olduğu (örneğin Modernite, hatta Uygarlık süreci) anlaşılmalıdır.

Peki, bütün bu gelişmeler genel anlamda sol-sosyalist ideolojilerin yaygınlaşması ve etkinleşmesi için olumsuz koşullara mı işarettir?

Tartışılabilir; pek öyle düşünmüyorum. Hatta bu koşulların sol-sosyalist ideolojilerin yaygınlaşması ve böyle yapıların etkinleşmesi için daha elverişli olduğu bile iddia edilebilir. Her yeni toplumsal koşul, kendine özgü solunu da yaratır. Ama sanırım bu olası sola en uzak sol, hepimizin içinde bulunduğu alışageldiğimiz (ama artık ömrünün tükendiğini gördüğümüz) geleneksel soldur.

Bu olası solun kaynakları da büyük olasılıkla farklı olacaktır. Çünkü sınıfsal çelişkilerin keskinleştiği yerler 60’lar ve 70’lerden oldukça farklı. 68 önderleri ve sonraki birkaç devrimci kuşağın önde gelen üyeleri, ya meslek sahibi, orta gelirli cumhuriyet kuşağı anne-babaların çocuklarıydılar ya da aydınlanmış emekçi insanların çocukları. Nispeten bilimsel bir eğitim almışlardı ve sosyalizmin, devrimciliğin itibarlı olduğu bir dünyada büyümüşlerdi. Olası solun önderleri varoşlardan ve yukarıda sözünü ettiğimiz türden bir işçi sınıfının içinden gelecektir büyük ihtimalle. Nasıl çocuklardır bunlar? Bizim kadar steril ortamlarda yetişmedikleri kesin. Dolayısıyla ideolojileri, örgütleri, eylem tarzları, yaşam değerleri de steril olmayacaktır. Daha çamurlu ama daha kararlı cevherler içeren bir malzemeden damıtılacaktır bu çocuklar. Neyse, bu başka bir konu…

***

Dikkate alınması için son bir not:

Bazen toplumlar hemen bir çıkış yolu bulamayabilirler, bir çöküş döneminden geçebilirler. Yıkılamayan sistemler kendi iç çelişkilerini aşamayıp çökebilirler. Böyle durumlarda yıkıcılarla yapıcılar aynı zamanda gelemeyebilirler. Yıkıcılar (daha doğrusu çökerticiler) vardır ama yapıcılar henüz yoktur ortada. Böyle bir süreç de yaşayabiliriz; hatta dünya çapında baktığımızda bugün böyle bir sürecin dinamiklerinin daha etkin olduğu söylenebilir. Çünkü öyle gözüküyor ki, ara bir aşamanın değil çok daha geniş bir sürecin sonuna doğru ilerliyor insanlık.

Bu konuda zihin jimnastiği yapmak için birkaç tarihsel dönemin incelenmesini önerebilirim: Antik Çin’in Savaşan Devletler Dönemi (MÖ 5.-3. yüzyıllar arası), Batı Roma’nın çöküşünden sonra feodal Avrupa’nın oluşumu süreci ve 1071-1500 yılları arasının Anadolu’su. Üçü de birkaç yüzyıl süren ilginç kargaşa dönemleri. Nasıl girilmiş bu süreçlere ve daha önemlisi nasıl çıkılmış?

Toplam 1376 defa okunmuştur.

Ender Helvacıoğlu diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.