Ender Helvacıoğlu
Ender Helvacıoğlu - İki kırmızı çizgi: Bacon ve Atatürk

İki kırmızı çizgi: Bacon ve Atatürk

Bu hafta sonu İstanbul’da “İslam ve Sol Çalıştayı” toplanıyor. Konunun hangi düzlemde, felsefi ve ideolojik düzlemde mi yoksa politik düzlemde mi ele alınacağını bilmiyorum; çünkü oturumların içeriklerinin ne olduğu ilanda belirtilmemiş. Ama konuşmacıların niteliklerinden her iki düzlemin de gündeme gelebileceği anlaşılıyor.

Sunuş yapacak katılımcıları az-çok tanıyoruz; hangi ideolojiye sahip oldukları, hangi politik hattı savunduklarını biliyoruz. Kendi hesabıma, çoğuyla ideolojik-politik anlamda fazla bir yakınlığım yok; ama çalıştay gerçekleşmeden de hemen olumsuz bir damga vurmak istemiyorum. Bunun yerine İslam ve Sol ilişkisi konusunda birkaç noktaya vurgu yapmak daha doğru olacaktır. Elbette kendimce Sol/Sosyalist bakış açısıyla ve Tarihsel Materyalist yöntemi kullanmaya çalışarak…

Sadece İslam’a ve İslamcılığa yaklaşım konusunda değil, çok daha genel anlamda (simgesel olarak) iki “kırmızı çizgi” önerebilirim: Francis Bacon ve Mustafa Kemal Atatürk. “Kırmızı çizgi” derken, elbette ilerisine gidilebilecek ve gidilmesi gereken, ama kesinlikle gerisine düşülmemesi gereken sınır hatlarını kastediyorum.

Bence kendisini sosyalist olarak niteleyen bir kişi, gerek felsefi ve ideolojik düzlemde, gerek politik düzlemde, gerekse esin kaynakları bağlamında, bu iki ismin simgelediği hattın gerisine düşmemeye özen göstermelidir.

Dikkat edilirse, sınır çizgisi olarak, dönemlerinde tarihsel olarak ilerici roller oynadıklarını düşündüğüm, örneğin Spartaküs, Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hasan Sabbah, İbni Rüşt, Fatih Sultan Mehmet veya Şeyh Bedreddin’i önermiyorum. Bu büyük isimlerin simgelediği düşünsel akımlar ve politik hareketler artık “müzelik” olmuşlardır ve müzemizin nadide köşelerindeki seçkin yerlerini almışlardır. Ama Bacon ve Atatürk hâlâ güncel toplumsal mücadele arenasında savaşmaya devam ediyorlar; henüz müzelik olmadılar. Keşke olabilseler…

Bunun nedeni, geniş süreç ele alındığında, gerek dünyada gerekse ülkemizde, insanlığın hâlâ Modernite savaşımı döneminde bulunmasıdır. Modernite derinleştirilebilir, daha farklı ve daha köktenci Modernite yolları aranabilir, ama Modernite’nin gerisine düşülemez. Düşülürse ve daha geriden bazı esin kaynakları aranırsa gericiliğin tuzaklarına açık hale gelinir; daha doğrusu mücadelenin gerçek silahları terk edilmiş olur.

Artık bilim yaparken Arşimet’e, Öklit’e, İbn Hayyan’a, İbn Heysem’e, El- Harezmi’ye, Biruni’ye, El- Cezeri’ye, İbn Sina’ya, İbn Haldun’a, Taküyiddin’e başvurmuyoruz. Onlar artık bilim tarihinin ve bilim öykülerinin (yani müze araştırmalarının) konusudurlar. Ama Galilei’nin, Newton’un, Darwin’in hâlâ güncel işlevleri var; hâlâ arazidedir onlar.

Dünyanın ve insanlığın yeni sorunları konusunda felsefi çözümlemeler geliştirmeye çalışırken, artık Aristoteles’e, Herakleitos’a, Farabi’ye, El-Razi’ye, İbn Rüşt’e ve geliştirdikleri felsefi yapılara, kavramlara güncel anlamda ihtiyacımız yok. Çünkü artık -onlarınkini de kapsayan ve aşan- yeni felsefi/bilimsel yöntemlere, kavramlara, araçlara sahibiz. Ama Bacon, Voltaire, Rousseau, Marx hâlâ alanlardadır; bunu hedef tahtasında olmalarından da anlıyoruz.

Artık güncel siyaset yapmaya çalışırken esin kaynaklarımız Spartaküs, Hz. Muhammed, Bedreddin, Fatih değil. Onları da özümsemiş, ilerici rollerini damıtmış çok daha kapsamlı politika kuramlarımız ve yöntemlerimiz var. Artık anti-kapitalizmi, sosyalizmi, aydınlanmayı, hümanizmi, insan haklarını, kadın haklarını, doğa ve hayvan sevgisini vb. savunurken İslami kaynaklara başvurmaya ihtiyacımız yok.

Bu tespit, söz konusu büyük tarihsel kişilikleri küçüksemek anlamına gelmez; tam tersine gerçek değerlerini teslim etmek demektir. Onlar ve temsil ettikleri akımlar/hareketler insanlık yürüyüşüne büyük katkılar yapmışlar, ilerici rollerini oynamışlar ve artık sahneyi terk etmişlerdir. Değerleri geri alınmaz biçimde teslim edilmiştir. Ama artık sahneye, onların omuzlarında yükselen ve onları aşan yenileri çıkmıştır.

İnsanlık (insanlar değil), Modernite’yle, bilimsel devrimle, aydınlanma atılımıyla ve Modernite devrimleriyle bir eşiği aştı. Haraçlı/feodal dönemi kapadı. Aristokrasiyi, imparatorları, sultanları, onların düşünsel temsilcilerini, düşünce biçimlerini tarihin çöplüğüne koydu. O dönemde aristokrat hakim sınıflara karşı mücadele eden siyasal hareketleri ve düşünsel temsilcilerini, muhalif düşünürleri ise mirası kabul etti ve tarihin müzesinin seçkin raflarına yerleştirdi.

Şimdi artık mesele, bu aşma hareketinin toplumsallaşması, derinleştirilmesi, sapmaların ve geri düşüşlerin engellenmesi ve nihayetinde sınıflılığa son vererek taçlandırılması mücadelesidir. Belki henüz ilk aşamalarındayız ama bu süreci yaşıyoruz. Bu nedenle, modern bilimsel düşünce biçimini ve yöntemini ilk kez formüle eden Francis Bacon’ı ve coğrafyamızın Modernite atılımının simgesi olan Mustafa Kemal Atatürk’ü “kırmızı çizgilerimiz” olarak belirledik.

Kaldı ki kırmızı çizgiler kafaya göre çizilmez; nesnel olgulardır. Meydanları dolduran, direnişe çıkan kitleler ellerine neyi (hangi bayrağı, kimin resmini) alıyorlarsa kırmızı çizgi de odur. Umarım bir gün, gelecek kuşaklar, Bacon’ı ve Atatürk’ü de büyük insanlık müzesinin en seçkin raflarından birine yerleştirebilirler. Bundan daha üstün bir değer biçme olamaz.

***

Şöyle bir itiraz gelebilir: Yazdıkların felsefi ve bilimsel düzlemde doğru olabilir; ama politik düzlemde, geniş kitlelere seslenirken İslami temaları, Hz. Muhammed’i, Kuran’ı vb. kullanmak, onlardan esin almak daha faydalı, işlevli ve sonuç alıcı olacaktır.

İsteyen deneyebilir (üniversite yıllarımda İTÜ’de tanıdığım Tudeh ve Halkın Mücahitleri üyesi İranlı yoldaşlarım denemişti), ama bence Sol açısından son derece yanlış ve tehlkeli bir açılım olacaktır. Bir kez bu Modernite öncesi paradigma kabul edildi mi, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ardından sultanlar, padişahlar, Gazzali’ler, tarikatlar, cemaatler, Fethullah’lar, Tayyip’ler sökün eder ki, Muhammed’ler, Ali’ler, İbn Rüşt’ler bile güme gider. Siyasal İslam’ın iktidarını pekiştirdiğinde bir saray rejimi haline dönüştüğünü görüyoruz.

İslam (dinler), tarihsel olarak ilerici ve gerici yönleri/dönemleriyle, insanlığa kattıkları ve kaybettirdikleriyle bütünsel bir paradigmadır. Siz işlevli gibi görünen ayetleri, hadisleri kullanmaya başladınız mı, diğer bütün ayetler ve hadisler (tüm haşmetiyle şeriat) de dayatılacaktır. Şunu alıyorum, diğerini almıyorum diyemezsiniz; dinsel düşünce biçiminin temel mantığına aykırıdır. “Tarikatlar sivil toplum kuruluşudur; ama ben kulluğa karşıyım, insan haklarını, kadın haklarını savunuyorum” diyemezsiniz. Tarikat olursa, kul da olur.

Hz. Muhammed “İlim Çin’de bile olsa alıp getiriniz” demiş Ne güzel! Ama şu bilinmeli ki, Hz. Muhammed’in kastettiği ilim, bizim anladığımız anlamda bilim değildi; dönemsel sınırlılığı dolayısıyla olmasına da olanak yoktu. Hz. Muhammed’in kastettiği ilimi alırsanız, sonuç Gazzali’dir (İbn Rüşt bile altta kalır). Onun yerine “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözünü kullanın. Çünkü o deyişteki ilim, modern bilimdir. Ve Atatürk’ün bu sözü hâlâ arenada mücadele etmekte, saldırılara göğüs germektedir.

***

Uzatmayalım, umarım İslam ve Sol Çalıştayı’na katılan sosyalistler bu iki kırmızı çizginin gerisine düşmezler, gerisine düşenlerle uzlaşmazlar.

İslam ideolojisi ve İslamcılık, Türkiye solcuları, sosyalistleri için artık hiçbir biçimde esin kaynağı olamaz. Aslında böyle bir uyarıda bulunmak bile acı verici. Böyle bir konunun, ülkemizde bunca pratik yaşanmışken, hele Siyasal İslamcı bir partinin 17 yıllık iktidar pratiği ortadayken sosyalistlerce tartışılması şaşırtıcı. Ama belki de tartışılmasının nedeni, bizzat bu 17 yıllık iktidardır, onun kurduğu ideolojik hegemonyadır.

Neyse, inşallah (bak biz de uzlaştık!) boş yere telaşlanmışızdır…

Toplam 1029 defa okunmuştur.

Ender Helvacıoğlu diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.