Karamsarlık ilkesi
Emekçi halka güveneceğiz. Çünkü güvenecek başka bir güç yok. Halktan başka güçlere güvenerek yola çıkanların nasıl defalarca kafayı duvara tosladıkları ve sonunda karamsarlık girdabına kapıldıkları görülüyor.
Denebilir ki, emekçilere güvenenlerin hali de pek farklı değil; onlar da hayal kırıklıkları yaşıyorlar, onlarda da karamsarlık gırla…
Fakat halktan başka güçlere güvenenlerin yaşadığı hayal kırıklığı ile emekçilere güvenenlerin yaşadıkları hayal kırıklığı arasında bir fark var.
İlkinde tezgâha gelmiş olmaktan, ayıbın ortaya çıkmış olmasından kaynaklanan bir hayal kırıklığı var. Yani utanç ile karışık bir hayal kırıklığı (hâlâ utanç duygusu kalanlardan söz ediyorum; kalmayanlar zaten hayal kırıklığı da yaşamıyor). Bu duyguyu aşmak zor…
İkincisinde ise hüzün ve sızı var; bu duygularla başa çıkılabilir, hatta bir deneyime ve zenginliğe dönüştürülebilir. Çünkü bu durumda da halkla aynı duyguları paylaşıyorsunuz. Sevinçte de kederde de ortaksınız yani… Bir tür halklaşıyorsunuz.
Bu iki tür karamsarlığın da nedeni, güvenilen gücün ne olduğunun bilinmemesi veya unutulması. Birinciler emperyalizmin, devletin, ordunun ne olduğunu unutmuş görünüyorlar; ikinciler ise halkı fazlaca idealize etmiş, öncü-kitle diyalektiğini yeteri kadar kavramamış gibiler.
Bu yazıda ikinci tür duygu durumu ile ilgiliyiz. Yaşam sevinci karamsarlıktan kurtulmaya yeterli gelmiyorsa, tarih bilincine başvuracağız.
***
Öncüler devrim yapmazlar, daha doğrusu yapamazlar. Devrimi emekçi kitleler yapar; öncüler de -adı üzerinde- öncülük ederler, yön verirler. Dolayısıyla devrimci bir örgütün işi gücü, ne yapıp edip emekçi kitleleri kazanmaktır, koşullar ne olursa olsun.
Soruna kitleler açısından bakıldığında (ki öyle bakmak gerekir), devrimin ancak “evdeki bulgur” tehlikeye girdiğinde (hatta kaybedildiğinde) gündeme gelebileceği anlaşılır. Kitleler “Dimyat’taki pirinç” için devrime kalkışmazlar.
Geniş kitleler, canlarını kurtarmak için, açlıktan ölmemek için, çoluk çocuklarının geleceğini garanti altına almak için, yaşayacakları bir vatana sahip olabilmek (sömürge olmamak) için devrime kalkışırlar. Özgürlük, demokrasi, insan hakları, sosyalizm vb. için devrime kalkışmazlar. Onlar öncünün gündemidir. Öncünün gündemi ile geniş kitlelerin gündeminin çakışması gerekir. Yani öyle koşullar oluşmalı ki, insanlar ancak özgürlük, demokrasi, sosyalizm ile canını kurtarabilsin, açlıktan ölmekten kurtulabilsin, çoluk çocuğunun geleceğini garanti altına alabilsin, bir vatana sahip olabilsin…
Politik devrim “güvenlik” adına gerçekleşebilir; başka hiçbir şey adına değil. Yani Devrim=Güvenlik, Özgürlük=Güvenlik, Sosyalizm=Güvenlik koşulları oluşmalıdır. O halde güvenliğin sosyolojisini tartışmak gerekir.
Bu anlamda politik devrim muhafazakâr bir olaydır. Kesinlikle muhafaza edilmesi gereken (vazgeçilemeyecek) şeyi muhafaza etmek için gerçekleşir devrim. Buna “vazgeçilmezlik ilkesi” diyebiliriz.
***
Kitleler devrim delisi değildir (aslında en radikal lafları edenler de dahil, kimse değildir). Devrim yapmaya değil, devrimden kaçınmaya uğraşırlar. Devrim ancak, devrim dışındaki bütün yolların denenip tüketildiği ve devrimden başka hiçbir çare kalmadığı zaman gerçekleşir. Bu anlamda en diptekinin, en çaresizin işidir devrim. Çaresizliğin kitleselleştiği, olağanüstünün olağanlaştığı koşullarda gündeme girer. Bu nedenle devrim“çaresizliğin çaresidir” diyoruz. Buna da “çaresizlik ilkesi” diyelim.
Aslında herkes (öncülük iddiasında olanlar da) kendini bu ilke ile sınamalıdır. Devrimci önce kendine bakmalıdır: Devrimden başka kurtuluş şansı var mı? Eğer varsa, ya devrimin zamanı gelmemiştir ya da devrim ona karşı yapılacaktır.
Son dönemlerde, devrimci arkadaşlar arasında, AKP iktidarının etkisinin fazla hissedilmediği daha “sakin” bölgelere, hatta ülkelere çekilme eğilimi var. Veya siyasetle fazla ilgilenmeden, suya sabuna fazla dokunmadan günlük hayatını devam ettirme eğilimi… Demek ki devrimden başka kurtuluş çareleri varmış (kimseyi eleştirmiyorum, benim de var). Ama şunu da bilelim: Devrimi bu tür şansları bulunmayanlar yapacaktır; mecburiyetten yapılır devrim.
Dolayısıyla devrimci bir örgütün omurgası, bu tür bireysel kurtuluş şansları bulunmayanlardan, çaresizlerden oluşmalıdır. Devrimci bir örgüt olmanın vazgeçilmez koşuludur bu. Eğer böyle bir omurga yoksa, ne kadar radikal söylemlere, ne kadar muhteşem programlara sahip olunursa olunsun, kritik anda o örgütün çökmesi ve dağılması (veya başka yollara sapması) kaçınılmazdır.
Etik değil, sosyolojik bir ilkedir “çaresizlik ilkesi”.
***
Vazgeçilmezlere dokunulmuş olması ve çarelerin tükenmiş olması da geniş kitlelerin devrime kalkışmasına yetmez. Bazen toplumlar böyle bir noktaya gelirler ama bir refleks geliştiremeyebilirler; çökerler, dağılırlar veya teslim olurlar. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
Geniş kitlelerin devrime kalkışması için bir diğer gerek koşul, “başarı şansı”nın ufka girmiş olmasıdır (“başarı ilkesi”). Kitleler “başarı olasılığını” çok iyi sezerler, bu konuda kesinlikle yanılmazlar. Öncü yanılabilir, acele edebilir; ama kitleler bu olasılığı içgüdüsel bir biçimde ve tam isabetle ölçerler.
Bu noktada öznel bir koşul giriyor işin içine: Öncü, başarı olasılığını göstermek, bu umudu kanıtlamak zorundadır. Hamasi laflarla değil, bizzat pratikte… Kitleler, bu öncüyle başarabileceklerine ikna olmalıdırlar, tam olarak güvenmelidirler. Yoksa teslim olmayı ve dağılmayı seçebilirler.
Bu, tarih boyunca bütün siyaset bilimcilerin ısrarla vurguladıkları “güç ilkesi”dir. En basit eylemden devrim gibi büyük dönüşümlere dek geçerli olan bir ilkedir.
***
Bu noktada bitirelim. Çünkü “güç ilkesi” ile birlikte nesnellikten öznelliğe geçiyoruz ki bu başlı başına bir konu.
Aslında sözünü ettiğimiz ilkeleri (vazgeçilmezlik, çaresizlik, başarı ilkeleri) tek bir başlık altında toplayabiliriz: Karamsarlık ilkesi.
İlginç ama işin diyalektiği şu: Karamsarlığımızın nedeni, karamsarlığın yeteri kadar koyulaşmamış olması!
Ama süreç hızla ilerliyor. Karamsarlığa kapılmayın öncüler…
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.