Ender Helvacıoğlu
Ender Helvacıoğlu - Korkulmak mı daha iyidir, sevilmek mi?

Korkulmak mı daha iyidir, sevilmek mi?

Üstat Machiavelli’in kafayı taktığı sorulardan biridir bu. Hükümdar adlı ünlü eserinde konuya bir bölüm (Machiavelli, Hükümdar, XVII. Bölüm, Çev. H. Kemal Karabulut, Sosyal Yayınlar, s.185-191) ayırmıştır.

Machiavelli, en iyisi ikisinin birden olmasıdır diyenlere, bunun gerçekçi olmadığını söyler ve kendi seçimini şöyle açıklar: “Korkulmak sevilmekten daha güvenlidir.”

Dikkat edilirse Machiavelli “güvenlilik” sözcüğünü kullanıyor. Çünkü sorun, hükümdarın ve devletin emniyeti açısından ortaya konulmaktadır. Hükümdar tebaasını hangi duygu durumunu hakim kılarak daha iyi yönetebilir ve iktidarını sağlama alabilir; Machiavelli’in derdi budur.

Machiavelli yargısını halkın nitelikleriyle gerekçelendirir. Ona göre “insanlar nankör, kaypak, sinsi, tehlikeler karşısında ürkek ve kazanç düşkünü yaratıklardır”. İşte böyle bir kitlenin, nasıl yönetileceği tartışılmaktadır.

Machiavelli şu sonuca varır: “İnsanlar kendisini sevdiren kimseye oranla, kendisinden korkulan kimseye zarar vermekten çok daha fazla çekinirler; çünkü, sevgi, insanoğlunun korkuya olan meyli karşısında çok zayıf kalan bir minnet duygusuna bağlıdır ve en küçük bir kişisel çıkar nedeniyle çözülüverir. Oysa korku, ceza tehdidinden doğar ve tehdit sürdüğü müddetçe asla kaybolmaz.”

Görüldüğü gibi Machiavelli, sevgiye oranla, korkuya dayalı bağın çok daha sağlam olduğuna hükmediyor. Sevgiyle yönetemezsin diyor hükümdara, ama korkuyla yönetirsin.

Fakat Machiavelli’nin bir “kırmızıçizgi” önerisi de vardır: Sevgi kazanmayabilirsin, ama nefret edilme. “Olmayacak bir şey değildir bu” der, “çünkü insan pekâlâ hem korkulup, hem de nefret edilmeyebilir”. Hükümdar bu dengeyi gözetmelidir.

Machiavelli çeşitli örnekler ve tartışmalardan sonra sorunsalı şöyle sonuca bağlar:

“Şimdi tekrar konuma, yani sevilmek ve korkulmak meselesine dönüp, sonuç olarak diyorum ki, insanlar kendi keyiflerince sevip, hükümdarın keyfince korktuklarına göre, basiretli ve uyanık bir hükümdar, başkalarına bağlı olan şeye güvenmektense, kendine bağlı olan şeye güvenmelidir; ama, daha önce de söylediğim gibi, üzerine kin ve nefret çekmekten titizlikle kaçınmak şartıyla.”

Yani, sevilmekte inisiyatif halkta, korkulmakta ise hükümdarda. Sevgi, özgür iradeden doğar; korku ise otoriteden. Derdimiz de otorite!

***

Machiavelli’in çözümlemesi birkaç açıdan ele alınabilir. Birincisi, Machiavelli “madde”den yola çıkar, yani toplumun maddesinden - o da yönetilmesi gereken halktır. Yönetme işi, kutsal metinlerin dogmalarına ve dinsel ahlaki ilkelere göre yapılamaz ona göre. “Madde” incelenmeli, olgular tespit edilmeli ve hükümdar bunları göz önüne alarak yönetmelidir tebaasını. Bu bağlamda Machiavelli olgucudur, bilimseldir.

İkincisi, yukarıda da yazdığımız gibi, konuya hükümdar açısından yaklaşır, hükümdara öğütler verir. Fakat aynı bilimsel metot, halkın hükümdarı nasıl devirebileceği sorunsalını ele almak, halka öğütler vermek için de kullanılabilir. Kutsal dogmalar da yüzyıllar içinde yönetici sınıfın egemenliğinin devamı için, halkın ideolojik hegemonya altında tutulması amacıyla oluşturulmuşlardır. Dolayısıyla, dogmaların bir kenara bırakılması ve bilimsel yöntem, yönetilenlerin elinde de (hatta esas olarak onların elinde) bir silaha dönüşebilir. Machiavelli bilmeden bu “devrimci yola” kapıyı aralar.

Kutsallık palavraysa, kutsallığın temsilcisi olan hükümdar(lık) da palavra değil midir? Halk hükümdarı -tanrısal niteliği dolayısıyla- sevmek zorunda değilse, gün gelir korkmamayı da öğrenebilir, buna cesaret edebilir!

Machiavelli’in hükümdar açısından kırmızıçizgiyi “nefret edilmeme” olarak belirlemesi de, bu “tehlikeyi” sezmesinden olsa gerek!

Üçüncüsü, Machiavelli’in halka atfettiği “nankör, kaypak, sinsi, tehlikeler karşısında ürkek ve kazanç düşkünü” gibi niteliklerdir. Aslında bunlar da gerçekçidir. Kendi küçük dünyasında yaşayan, “kader”ine teslim olmuş, örgütsüz, öncüsüz kişinin özellikleridir bunlar. Hükümdar yönetirken nasıl bu nitelikleri göz önüne almak zorundaysa, hükümdarı devirmek isteyen de bunları değiştirmenin yolunu bulmak zorundadır.

Hükümdarın nasıl tanrı kaynaklı bir “kutsallığı” yoksa, halkın da kendinden menkul bir “yüceliği” yoktur. Olsaydı, zincirlerinden başka kaybedeceği bir şey kalmayana dek beklemezdi.

***

Modernite Devrimleri ve Aydınlanma çağına dek (hatta daha net ifadeleri için Marx’a ve sosyalist devrimlere dek diyebiliriz), yönetim sorunu hep hakim sınıfların bir meselesi olarak ele alınmıştır. Ancak o dönemden sonra “halkın kendi kendini yönetimi ve emekçi iktidarı” meselesi toplumbilimcilerin ve düşünürlerin gündemine girebilmiştir.

Fakat “ön-Modernite” veya “ön-devrimci” felsefeler diyebileceğimiz bazı istisnalar da var, pratikleri başarısız olsa da… Samir Amin “köylü komünizmleri” diye adlandırdığı üç akım sayar örneğin: Devlet kiliselerinin temsil ettiği Hıristiyanlığa karşı Protestan hareketi (Thomas Müntzer’i kastediyor esas olarak); Sünni İslam’a karşı Şiilik ya da Karmat komünizmi; Konfüçyüs’çülüğe karşı Taoculuk (S. Amin, Avrupamerkezcilik, Çev. Mehmet Sert, Ayrıntı Yay., 1. baskı, Temmuz 1993, s.163).

Bunlara Sasanilere karşı Mazdekçilik de eklenebilir belki; başka örnekleri de vardır. “Tarihin kılıcı”na karşı “devrimin hançeri” Hasan Sabbah’ı da unutmayalım.

Bu akımlar (ve hareketler), eski “doğal” dönemlere özlem ve geri dönme arzusu biçiminde de olsa, sınıflılığa, devletliliğe, yönetilmeye (kısaca uygarlığa) karşı modeller önermişlerdir. Aslında “cennet” kavramı da böyle çıkmamış mıdır? Bunlar ilerici midirler gerici mi, kadim bir soru ve ilginç bir tartışma; ama konumuz bu değil, yerimiz de yetmez.

Fakat yönetim meselesine hakim sınıfların/hükümdarların açısından değil, yönetilenlerin, ezilenlerin, halkın açısından bakmışlardır. Bu nedenle hâlâ esin kaynağı olabilirler. Madem konuya “sevilmek-korkulmak” ikilemi bağlamında başladık, örneğimizi o alandan verelim. Hem de en eskisinden, MÖ 6. yüzyılda Çin’de yaşamış Taoculuğun kurucusu olarak bilinen ve Tao Te Ching’in (Yol ve Erdem Kitabı) yazarı Lao Tse’den (Yaşlı Bilge demek)…

Lao Tse, toplumdaki çürümenin, ahlak dersleri vermeyle ve politik önlemler almayla giderilemeyecek ölçüde derinlerde olduğunu düşünür. Kötülüklerin asıl kaynağının tüm töreler, kurallar, ahlak ve politik girişimler olduğunu vurgular. Bir söylenceye göre, düzenin restore edilmesinin derdine düşmüş Konfüçyüs’ü fena halde azarlamıştır.

Şöyle yazar Lao Tse, Tao Te Ching’de:

En yüksekte olan tümüyle bilinmez altta

Sonra gelir saygı sevgi

Sonra korku

Sonra nefret

Görüldüğü gibi meseleye (Machiavelli gibi) yukardan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya bakıyor Lao Tse. Onun derdi hükümdar ve düzeni değil. “Aynı gemi” tutkunlarına gelsin…

Ya şu sözlere ne demeli?

Nerede yitirilmişse YOL

Orada ahlak ve görev vardır

Nerede yetenek ve bilgi varsa

Orada yalanın büyüğü vardır

Bir ailede kalmamışsa uyum

Orada küçüklere şefkat

Büyüklere hürmet vardır

Bir devlette bozulmuşsa düzen

Orada dürüst devlet adamları vardır

(Lao Tse, Tao Te Ching - Yol ve Erdem Kitabı, Türkçesi ve yorumu: Ömer Turgan, Yol Yayınları, Kasım 1994, s.38-39)

Benim diyen anarşistin edemeyeceği laflar doğrusu…

1949 yılında Mao Zedung önderliğinde iktidara gelen Çinli komünistlerin kültür devrimleri çerçevesinde Konfüçyüsçülüğü eleştiri kampanyaları açmalarına karşın Taoculuğu fazla eleştirmemeleri de ilginçtir. Mao da Tao’ya başvurur sık sık.

Neyse, konu uzun, artık bitirelim.

Korkmadan sevebileceğimiz bir dünyanın özlemiyle…

Toplam 5445 defa okunmuştur.

Ender Helvacıoğlu diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.