Ender Helvacıoğlu
Ender Helvacıoğlu - Kulluğu aşmak…

Kulluğu aşmak…

İnsanlar “kul” olmayı, “özgür birey” olmaya yeğlerler mi? Yeğlerler! Yeğlemek zorunda kalabilirler. Hem de büyük bir çoğunlukla… Hatta bilimsel ve laik bir eğitim almış, kulluğu aştığını ve özgür birey olduğunu söyleyen insanların da büyük çoğunluğu, farkında dahi olmadan ve farklı motifler eşliğinde (bunun ille din olması gerekmiyor) kulluğun çerçevesi içinde kalırlar. Bu olguyu günlük yaşamımızın çeşitli boyutlarında (ailede, işyerimizde, arkadaş çevremizde vb.) görürüz.

Dahası, tek tek insanlar bu tercihlerinde haklıdırlar da. Çünkü birey olmak hiç de güvenlikli değildir, tehlikelidir. İnsanlar birey olarak yaşamlarını devam ettiremezler; bir yere ait olmalıdırlar, topluluk olmalıdırlar. Atalarımızın dediği gibi: Sürüden ayrılanı kurt kapar. İnsanlar kurt tarafından kapılmaktansa sürü içinde kalmayı yeğlerler doğal olarak.

Olanaksız ama, diyelim ki insanlar, insan yasalarından (modern hukuktan) ve tanrı yasalarından (şeriattan) kaçınabildiler; fakat doğa yasalarından kaçamazlar. Doğa yasalarının zorlayıcılığı karşısında birey olarak ayakta kalamazlar. Burada kulluk olgusunun hangi antropolojik (hatta biyolojik) zeminde ortaya çıktığına geliyoruz.

Peki, o zaman kulluğu mu savunacağız? Elbette hayır! Kulluk, insanlığın güvenli yaşamak için uygarlığa (sınıflılığa, devletliliğe) geçiş aşamasında geliştirdiği çözümdür. Oluştuğu andan itibaren ve esas olarak Modernite ile birlikte kökten sorgulanmaya başlanmıştır. Bu sorgulama ve aşma mücadelesi bütün keskinliğiyle devam etmektedir.

Gelmek istediğim nokta, “kul”un esas karşıtının “birey”, “kulluğun” esas karşıtının “özgürlük” olmadığıdır. Tıpkı “inanç”ın asıl karşıtının “akıl” olmadığı gibi. Bu zıtlıklarda eksik kalan bir şeyler var; salt birey ile kulu yenemiyorsunuz, salt özgürlük ile kulluğu alt edemiyorsunuz, salt akıl ile inancı yok edemiyorsunuz. Yanıltıcı ve eksik karşıtlıklardır bunlar. “Birey” ve “yurttaş” olmak, kulluğu yok etmek için yeterli olamadı. Egemenler, “birey”leri ve “yurttaş”ları kul etmenin yöntemlerini geliştirebildiler. Demek ki “kul”un gerçek karşıtı “birey” değil. Burjuva Modernitesinin ve burjuva aydınlanmasının da sınırlarını (sınırlılığını) oluşturur bu nokta.

***

Peki, kulun ve kulluğun asıl karşıtı nedir? Örgüt ve örgütlü birey! Kul-birey tartışması örgüt meselesinden soyutlanarak yapılırsa, emin olun kul ve kulluk üstün çıkar.

Çünkü “kulluk” bir çeşit örgütlenmedir, bir çeşit çözümdür. Bir örgütlenmenin karşısına ancak başka bir örgütlenmeyle (çözümle) çıkılabilir.

Mevcut sistem içinde ve mevcut sosyoekonomik koşullarda “birey” olmak oldukça pahalı bir şeydir. Emekçilerin ve yoksulların ne yazık ki böyle bir lüksleri yok. Onlar ancak örgütlenerek, birbirlerine yaslanarak ayakta kalabilirler. Farklı bir seçenek sunulmazsa eğer, “kul örgütü”nde yer alırlar, sürüye dahil olurlar, “çoban”ın/”reis”in peşinden giderler; kimsenin de onları bu yüzden suçlamaya hakkı yoktur. Başka ne yapabilirler? Metropollerin varoşlarında, işyerlerinde, şantiyelerde (hatta plazalarda dahi) nasıl “özgür birey” olabilirler? O cangıllarda “birey” olarak yaşanamaz; bir şekilde örgütlü olmak gerekir.

İlginç değil mi, “özgür birey” olduklarını söyleyerek “kulları” aşağılayanlar, kulluğun artan hegemonyasına karşı ancak bireysel kurtuluş yolları önerebiliyorlar: Korunaklı bölgelere veya daha iyisi yurtdışına çekilmek. Kaç emekçi sakin kıyı kasabalarında, müstesna semtlerde veya Kanada, Norveç gibi ülkelerde kendisine ve ailesine bir hayat kurabilir? Bireysel kurtuluş, toplumun büyük çoğunluğu için lükstür, olanaksızdır. Bir orta sınıf hayalidir bu. (Bu nokta yurtdışına göçün sadece bir boyutudur; konu farklı boyutlarıyla incelenmeye değer.)

Dolayısıyla bir örgüt önermeyen kulluk eleştirisi boş laftır, kendi kendini tatmin etmektir ancak… Ne yazık ki bugün çoğumuzun yaptığı da budur.

***

Burada hemen şu soru gündeme gelecektir: Örgüt olmak, kulluğun aşılması için yeterli mi? Elbette değil.

Yukarıda kulluk sisteminin de bir örgüt olduğundan söz etmiştik. Programları ve söylemleri son derece özgürlükçü olan nice örgütler vardır ki, işleyişleri cemaatlere, tarikatlara rahmet okutur. En ayrıntılı ve tartışmalı konularda bile liderin dediğini sorgulamadan tekrarlayan, lider taban tabana zıt fikirler savunduğunda aynı hızla fikir değiştiren, hatta fikir yürütmeyi tamamen birilerine havale eden üyelerden oluşan “özgürlükçü” ve “devrimci” örgütler görmüyor muyuz? Kulluk sistemi farklı kılıflar altında ve türlü bahanelerle devam etmektedir bu örgütlerde.

Demek ki sorun, özgür ve sorumlu bireylerden oluşan, bireylerin farklı yeteneklerini kolektif bir biçimde aynı potada eritip yönlendiren bir örgüt (ve giderek bir toplum) oluşturmaktır. Bu örgütün emekçileri kendi pratikleri içinde dönüştürmesi, damıtması, içlerindeki cevheri ortaya çıkarması… Hiç kolay değil. Modernite’nin olduğu gibi sosyalizmin de sorunudur bu.

Toplam 1320 defa okunmuştur.

Ender Helvacıoğlu diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.