Kürt sorununa ilişkin bazı sosyolojik olgular
Türkiyenin toz duman olmuş, kutuplaşmış ve akıl tutulmasının giderek yoğunlaştığı güncel politik ortamından biraz geri çekilelim ve sürece kuş bakışı göz atmaya çalışalım. Konumuz tabii ki Kürt meselesi.
Öncesini bir kenara bırakalım, son 30 yıldır giderek keskinleşen bir biçimde bu sorunla uğraşıyoruz, yaşıyoruz. Bu kadar deneyimden sonra çözüme ilişkin bazı bilimsel saptamalarda bulunabilmemiz gerekir. Herhangi bir tarafı tutan politik yaklaşımlardan, ideolojik kaygılardan değil, sosyal olgulardan söz edeceğim.
1) Birincisi, bu ülkede kendini Kürt olarak tanımlayan ve bunu salt bir etnik köken, geçmişten gelen folklorik bir öğe olarak değil bir ulus olarak ifade eden 8-10 milyonluk bir halk topluluğu vardır. Türkiyenin içinde ve dışında yaşayan Kürtler, bir bütün olarak, kendilerini ayrı bir ulus olarak görmektedirler (uluslaşma süreci dense de aynı şeydir, fark etmez).
Örneğin Lazların, Çerkezlerin, Boşnakların vb. kendilerine ilişkin böyle bir tanımlamaları yoktur; ama Kürtlerin vardır. Türkiyede Türklerin ve Kürtlerin uluslaşma süreçleri, -ne yazık ki, yanlış yaklaşımlar sonucu ve bazı sosyal koşullar nedeniyle- ortaklaşamamıştır.
Politik kaygı ve yaklaşımlarla istenildiği kadar inkâr edilsin, görmezden gelinsin ve hayır, hepimiz Türküz densin boşunadır, bu bir sosyolojik olgudur. Politika olgulara çalım atamaz, ona uymak zorundadır. Geniş bir topluluk ben buyum diyorsa, değilsin demenin bir anlamı yoktur. (Bu konuda daha ayrıntılı bir çalışma için bkz.: E. Helvacıoğlu, Türk de biziz, Kürt de biziz; peki sonrası?, Bilim ve Gelecek, Mart 2013, Sayı: 109)
Kısacası, ülkemizde ve bölgemizde bir Kürt ulusu gerçeğiyle karşı karşıyayız.
2) İkincisi: Türkler ve Kürtler birlikte yaşamaya mecburdur. Bu da bir temenni, bir politik yaklaşım değil, sosyolojik bir olgudur.
Türkler ve Kürtlerin bin yıllık ortak tarihsel geçmişleri var. Son olarak 20. yüzyılın başında emperyalist müdahaleyi alt edip ortak vatan yaratma mücadelesini birlikte vermişler. Türkler ve Kürtler birbirlerine ayrı ülkelerin (veya ayrışan ülkelerin) vatandaşları olarak bakmamaktadırlar. Hemen herkesin ailesinde Türk ve Kürt kökenli vatandaşlar bulunmaktadır. Kürtler günlük yaşamlarında, hatta kendi aralarında bile büyük çoğunlukla Türkçe konuşmaktadırlar.
Zulmün ve çatışmanın yoğun olduğu illerde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlar, neredeyse bir Kürt devleti kurulmuş olmasına rağmen Kuzey Iraka değil, Türkiyenin batısına göç etmeyi tercih etmektedirler. Bunun nedeni sadece ekonomik değildir; ortak vatan duygusunun hâlâ yoğun olarak devam etmesidir. İstanbul, Ankara, İzmir vb, Kürtler için başka bir ülke değildir. Kaldı ki, bugün belki de nüfus açısından en yoğun Kürt yerleşmeleri İstanbulun, Ankaranın, İzmirin, Mersinin vb. içindedir.
Bu sosyoloji, yaşanan bunca acı olaya karşın, Türk ve Kürt kökenli vatandaşların neden hâlâ birbirlerine düşman olmadıklarını ve çatışmanın (bazı münferit olaylara rağmen) sıradan halkı da içine alacak biçimde genişlemediğini açıklıyor. Dünyanın başka yörelerinde çok daha düşük düzeydeki çatışmalar bile halkları birbirine kırdırabildi. 30 yıldır yaşanan acılı sürece karşın bu sosyoloji alttan alta kendi yatağında akmaya devam etmektedir. (Bu konuda daha geniş bir analiz için bkz.: E. Helvacıoğlu, Neden birlikte yaşamak zorundayız ve nasıl?, Bilim ve Gelecek, Ağustos 2010, Sayı: 78)
Kısacası, ortak tarihin ürünüyüz, ortak vatanın vatandaşlarıyız, halk olarak iç içe geçmişiz. Bu sosyal olgu, birlikte yaşamanın yolunu bulmayı dayatmaktadır.
3) Üçüncüsü, Kürt sorunu şiddet yöntemiyle çözülemez.
Bunu da çok barışçıl, çok hümanist olduğumdan değil, önceki iki sosyal olgunun mantıki sonucu olduğu için yazıyorum.
Bugün birileri çıkıp Boşnak Kurtuluş Ordusu olduklarını ilan etseler ve silahlı mücadeleye başlasalar, önce akıllarını başlarına almalarını söylersiniz, devam ederlerse şiddet yoluyla bastırırsınız ve bir şey de olmaz. Ama Kürtlerde durum farklıdır.
Kaldı ki, gerek 80 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihi, gerekse son 30 yıllık süreç defalarca kanıtlamıştır ki, bu sorun şiddet ve terör yoluyla çözülememektedir. Dahası şiddet yöntemi bırakın çözüm olmayı, bizzat sorunun büyümesinin ve keskinleşmesinin nedenidir.
Bunu her iki taraf için de belirtmek gerekir. Devlet, şiddet ve terör ile sorunu bir süreliğine bastırabilir ama çözemez. Sorun bir süre sonra çok daha boyutlu bir biçimde yeniden gündeme gelecektir ve hep öyle olmuştur.
Kürt hareketi de şiddet yöntemi ile belki sorunu gündeme getirmeyi, görmeyen gözlere sokmayı başarabilir, ama sorunu şiddet ile çözemez. Yakın tarih bunu da kanıtlamıştır.
Çünkü sorun temelinde iki silahlı gücün bilek güreşi değildir. Türküyle, Kürtüyle bütün halkı ilgilendiren sosyolojik bir sorundur. Türkler veya Kürtler şiddet yoluyla tümden yok edilemeyeceğine göre, sonuç itibarıyla sorun şiddet dışındaki yöntemlerle (barışçıl ve politik yöntemlerle) çözülmek zorundadır.
Ve artık bu aşamaya da gelinmiştir.
4) Çok daha netameli bir konu ama Kürt hareketi sosyolojisi, daha doğrusu PKK sosyolojisi hakkında da birkaç şey söylemek gerekir.
Ne PKK bir terör örgütüdür diyenler ne de PKK Kürt ulusal özgürlük hareketinin öncüsüdür diyenler gerçeğin tamamını görebiliyorlar. Belki bir kısmını görüyorlar, ama tablonun tamamını değil.
Evet, PKK, 80 öncesinde bir terör örgütüydü. Gerek bölgedeki diğer Kürt örgütlerine gerekse Türkiye soluna karşı suikastlar ve katliamlar yapan, halkla ilişkisi olmayan bir terör örgütüydü. O zamanki adı Doğunun MHPsiydi.
Fakat 1980 faşist darbesi sürecinde Kürt halkına yönelik yoğun baskı ve zulüm, tepkisini de doğurdu ve bu tepkinin örgütleyicisi de -beğenelim beğenmeyelim- PKK oldu. Dolayısıyla bu zulmün muhatabı olan halk, -bin bir türlü eleştirisini saklı tutarak- zulme karşı mücadelenin öncüsü olarak PKKyı benimsedi.
Gerçek budur. Bu gerçeği göz ardı ederseniz, terör örgütünün uzantısı denilen partinin nasıl olup da bölgede halkın yüzde 70-80inin oyunu aldığını, ülke çapında yüzde 13lere varan bir oy oranına ulaştığını, bölgedeki bütün belediyeleri kazandığını ve neden başka hiçbir siyasal odağın orada ciddi bir varlık gösteremediğini anlayamazsınız.
Çok daha ayrıntılı tartışmak ve çözümlemek gerekir ama kısaca PKKnın sosyolojisi budur: PKK, bir ulusal hareketin, silahlı mücadele yöntemini benimsemiş, zaman zaman -herkes tarafından lanetlenen, lanetlenmesi gereken- kör terör araçlarına da başvuran öncü örgütüdür.
PKK sosyolojisinin Türkiye ve bölge sosyolojisine aykırı olan yönleri yok mudur, tabii ki vardır. Bu da onların sorunudur ve geleceklerini de belirleyecektir.
***
Buraya kadar yazdıklarımız sosyolojik gerçekler. Politika bu noktadan sonra, bu olguları dikkate alarak başlar.
Ama politikaya başlamadan önce de politik bir zemin gerekir:
Birincisi, gerek devletin gerekse PKKnın sivil halkı hedef alan terör eylemleri lanetlenmelidir (sadece özür talebi değil, lanetlenmelidir). Çünkü savaşçıları değil sivil halkı hedef alan bu tür eylemler savaş hukukuna da aykırıdır.
İkincisi, hemen karşılıklı bir ateşkes ilan edilmeli, şiddet yönteminin çözüm üretemeyeceği net olarak vurgulanmalıdır.
Bu noktadan sonra politika başlayacak. Nasıl bir masa kurulur, o masa emperyalistlerin masası mı olur, gericilerin mi, milliyetçilerin mi, liberallerin mi, yoksa sosyalistlerin ve emekçilerin mi… Bundan sonrası sosyolojinin işi değil, politikanın işi. Yani gücü gücü yetene…
Biz sosyalistler olarak, başkalarının masasının payandası ve mezesi olamayız; kendi masamızı kurmanın stratejilerini oluşturmaya ve bu stratejinin pratiğini gündeme sokmaya çalışmalıyız.
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.