Ender Helvacıoğlu
Ender Helvacıoğlu - Man Adası yerlilerinin dinsel ve ulusal özellikleri

Man Adası yerlilerinin dinsel ve ulusal özellikleri

Devlet ve ekonomi (kısacası düzen) tarih boyunca son derece seküler (dünyevi) bir biçimde yönetilmiştir. Diyebiliriz ki, tarihteki en seküler kesimler hakim sınıflardır, iktidar sahipleridir. Sümerlerden beri böyledir.

Başka türlü de olamazdı zaten… Çünkü el konulan toplumsal artı yönetilmekte ve paylaşılmaktadır. Yani sömürü çarkı işletilmektedir. Dünyevi ve maddi olan bu çark, metafizik (fizikötesi) çıkarımlarla işletilemez. Gerek akçalı gerekse silahlı işler dualarla kotarılamaz.

Sun Tzudan Kautilyaya, Nizamülmülkten Machiavellie, Sezardan Napolyona devlet yönetimi konusunda kuram üretmiş (bir kısmı bizzat devlet yönetmiş) düşünürler ve devlet adamları da bu gerçeği vurgulamışlardır.

Fakat hiçbir sömürü, açıkça ve salt çıplak zorla sürdürülemez. Azınlığın çoğunluğu yönetmesi, yani sömürü çarkının döndürülebilmesi için hakim sınıflar hileye başvurmak zorundadırlar. Yönettiklerini ve sömürdüklerini bir şekilde kandırarak onlarda çarka ilişkin rıza (gönüllü kulluk) üretmek zorundadırlar. Yoksa iktidarlarını koruyamazlar.

Hakim sınıflar ve onların ideologlarının bu ihtiyacı karşılayabilmek için buldukları ilk hile dinlerdir. Muhteşem bir buluştur, çünkü insanların zihinlerinde binlerce yıldır yer edinmiş inançların ve kutsallaştırmaların, sömürücü sınıfların çıkarlarını koruyacak biçimde kurumsallaştırılması ve sistematikleştirilmesiyle oluşturulmuştur.

Yönetim sanatının baş hilesi din ve baş aracı Tanrıdır. Tarih içinde giderek inceltilmiş, soyutlaştırılmış, çok daha rafine hale getirilmiştir. Üreten kitleler, ezilenler, yönetilenler, din aracılığıyla, sömürülmeye, yönetilmeye razı edilir. Küçük bir azınlığın çıkarı demek olan sömürü ilişkileri, din adına ve din aracılığıyla toplumsallaştırılır. Tanrının kulları olan emekçiler, din aracılığıyla, Tanrının yeryüzündeki temsilcileri olan egemen sınıfların da gönüllü kullarına ve onların düzenlerinin gönüllü savunucularına dönüştürülür. Kitleler Allah adına sömürülür, Allah Allah diye savaştırılır…

Din, sömürünün kılıfıdır. Binlerce yıl geriye uzanan kökleri olduğu için binlerce yıldır da devam edebilen müthiş bir hiledir bu! İkna gücü en yüksek hiledir Tanrı! Marxın da halkların afyonudur derken vurguladığı gibi hem uyuşturucudur hem de acı dindiricidir. Din, üreticinin ve emekçinin yönetimden ve siyasetten uzak tutulmasının günümüze kadar ulaşan temel aracıdır.

Kendi işlerini yönetirken son derece seküler olan sömürücü sınıflar topluma karşı ise dincidirler (dindar değil dinci, bunlar farklı şeyler). Yani din alıp satarlar. Dolayısıyla çok dünyevidirler, ama kesinlikle laik değildirler. Dünya işleri ile din işlerini bilinçli olarak karıştırırlar. Dünya işlerini yürütmek için dini kullanırlar. Dincilikleri dünyeviliklerinden kaynaklanır. Ne kadar dünyevi iseler o kadar dincidirler. Dünyevilikleri ne kadar iğrençleşirse, dincilikleri de o kadar iğrençleşir.

Öte yandan dinleri de ister istemez kendilerine benzer. İçten ve kalpten değildir; kılıf dindir onlarınki. Din, sömürücü sınıflar açısından bir yanıltıcıdır; Sıradan dindar emekçi açısından ise bir yanılsama... Sömürücüler dinin öznesidir, sömürülenler ise nesnesi.

Bakın, rüşvetçi bakan Zafer Çağlayan Allah bizimledir demiş. Doğru! Onların Allahı öyle bir Allahtır; rüşvetçiyi savunan, rüşvete kılıf olan bir Allah. Sıradan dindarın Allahı ile rüşvetçi bakanın Allahı bir değildir.

Herkesin Allahı kendi suretindedir. Sömürücünün Allahı, asan, kesen, kahreden, zorba, gaddar, çalan çırpan bir Allahtır. Dindar emekçinin Allahı ise yardım eden, zihin açan, koruyucu, kollayıcı bir Allah. Dindar emekçi, örgütün, dayanışmanın, başkaldırının yerine onu koyar; acısını böyle bir yanılsama ile dindirmeye çalışır.

Emekçi, sömürücünün Allahına isyan ettiği zaman, ancak o zaman Allah bir olacaktır, araç olmaktan çıkacaktır ve gereği kalmayacak, ortadan kalkacaktır.

***

Şimdi gelelim vatan-millet meselelerine…

Modern anlamda vatan kavramı Avrupada burjuva demokratik devrimlerle ortaya çıktı. Burjuvazi için hakim olduğu kapitalist pazarın sınırları anlamına geliyordu. Demokratik devrim ilerledikçe ve eskiden derebeyinin serfleri konumundaki köylüler giderek proleterleşip emekleriyle bu kapitalist pazara dahil edildikçe, onlar da bu vatanın bir parçası, yani vatandaş oldular. Vatandaşların tümüne birden de (burjuvazi+emekçiler) ulus dendi.

Feodal ilişkileri tasfiye eden devrimci burjuvazi vatanseverdi; varlık şartı olan pazarını rakiplerine karşı büyük bir kıskançlıkla korumaktaydı. Küçük köyünden (yani eski yurdundan) kopup sanayi bölgelerine doluşan proleterler için ise emeklerini Fransız, Alman veya İngiliz burjuvalarına satmak arasında fazla bir fark bulunmuyordu. Proleterler burjuva devlet tarafından icat edilen milliyetçi ideoloji ile bir arada tutuldular.

Aristokrat sınıfları tasfiye ettikten sonra gerici ve sömürücü yüzü giderek açığa çıkan ve kendi pazarını koruma uğruna milliyetçi ideoloji ile halkları birbirine kırdıran burjuvaziye karşı Marx ve 19. yüzyılın Avrupalı sosyalistleri, çeşitli milliyetlerden işçi sınıfları arasında sınıf kardeşliğini ön plana çıkaran bir strateji izlediler. Marx ve Engelsin Komünist Parti Manifestosunda sarf ettikleri işçinin vatanı yoktur sözü bu stratejinin ürünüydü. Sosyalistler, halkları birbirine kırdıran gerici burjuva milliyetçiliğinin karşısına enternasyonalizm ve sınıf kardeşliği bayrağı ile çıktılar. İşçinin vatanı tüm Avrupaydı.

Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesi, kapitalizmin ve uluslaşma eğiliminin dünyalılaşması ile birlikte durum değişti. Ezilen dünyada vatan kavramı ve vatanseverlik bilinci, Avrupalı sömürgecilere ve esas olarak emperyalist saldırıya karşı direniş içinde ortaya çıktı. Bu coğrafyadaki vatanlar, ilk başta kapitalist pazarlar olarak değil, emperyalist sömürüden şu veya bu düzeyde kurtarılmış bölgeler ve çeşitli milliyetlerden halkların ortak vatanları olarak oluştu.

Daha önce çok yazdığımız için uzatmayalım. Hele burjuvazinin küreselleştiği, finans kapitalin başat olduğu, üretimden koptuğu ve mafyalaştığı günümüzde slogan da tersine döndü. Artık burjuvazinin ulusu ve vatanı yoktur; sermaye ulussuz ve vatansızdır.

Burjuvazi açısından ulus ve vatan kavramları, her dönemde piyasa ve sömürü alanı ile özdeşleşmiştir ve bu sömürünün devamının (aynı gemideyiz ve milliyetçilik sloganları altında) kılıfı olmuştur. Sermaye küreselleştikçe ve üretimden koptukça, vatan ve ulus kavramları ile sermayenin arası iyice açılmış ve bu kılıf koskoca bir yalana dönüşmüştür.

Kısacası ulusal çıkar kavramı, sömürücü sınıfların dinden sonra ürettikleri modern hileleridir. Sermaye açısından bir hiledir; bizim gibi ülkelerdeki emekçiler açısından ise ancak içeriği anti-emperyalizm ve kardeşlik ile doldurulduğunda bir anlam kazanır.

Aslında bu kadar kurama gerek yok, pratiğe bakalım.

Şu Rıza Sarraf denen adamın milliyeti nedir? Türk müdür, Azeri mi, İranlı mı, Amerikalı mı? Vatanı neresidir? Veya bunun bir önemi var mıdır? Ya ondan rüşvet alanların ve rüşvetin üstünü örtenlerin?

Ya Fethullah Gülenin ve tayfasının ulusları ve vatanları var mıdır? Dinleri ve Allahları nasıl bir şeydir?

Bilgisayar tuşlarıyla dünyayı dolaşan milyon dolarların (ve onların sahiplerinin) bir milliyeti ve vatanı var mıdır? Onların vatanları sanal dünyada dolaşıp durmuyor mu?

Rüşvetçi bakan Zafer Çağlayanın Allahı neyse vatanı ve milleti de o değil midir?

Başta Erdoğan ve aile çevresi olmak üzere AKP iktidarının temsilcilerinin -ortalığa saçılan bunca suçtan sonra- vatan savaşı verdiklerine inanıyor musunuz? Onların vatanları Man Adası veya Malta, dolgun banka hesapları, ayakkabı kutuları, sıkı sıkıya sarıldıkları koltukları ve oturdukları saraylar olmasın?

Son yıllarda yerli sermayenin yurtdışına kaçış eğiliminin arttığı söyleniyor. Yerli sermayedarlarımız yurtdışında yatırıma yöneliyorlarmış, kendilerini Türkiyede güvenli hissetmiyorlarmış… Vah zavallılar! Bunda şaşılacak bir şey yok. Vatanlarına kaçıyorlar, Türkiye halkının el konulmuş emeği demek olan sermayeleri ile birlikte!

Emekçilerin ise kaçacak yerleri yok. Ne dolar hesapları, ne vergi cennetlerinde şirketleri, ne de ABDde, Avrupada villaları var. Vatanlarını terk etmek zorunda kaldıklarında başlarına neler gelebileceğini Suriye örneğinden biliyoruz. Dolayısıyla vatan, millet, halk, Türkiye kavramları emekçiler için gerçektir, hayatidir; büyük burjuvazide ve temsilcilerinde olduğu gibi sanal değil.

Şimdi soralım: Bu memleket kimin?

***

Sömürücü sınıfların ve temsilcilerinin din, Allah, vatan, millet bağlamındaki sosyolojileri böyle. Dünya işlerini yürütürken ne din tanırlar ne de millet. Bakaranın makara kadar değeri vardır onlar için; milletin a..na koyacaklarını açıkça ilan ederler. Dincilik ve milliyetçilik, sömürülerinin devamı hedefiyle emekçileri kandırmak için ihtiyaçlarıdır sadece. İkiyüzlülük, yalancılık, kandırmacılık, konumlarından, yani fıtratlarındandır.

Dinciler ve milliyetçiler arasından (daha doğrusu sömürücü sınıflar ve temsilcileri arasından) bu kadar çok hırsız ve ahlaksız çıkmasının nedeni budur. Kişisel nitelikleri yüzünden değil, sınıfsal nitelikleri dolayısıyla hırsız ve ahlaksızdırlar! Hırsızlık ve ahlaksızlık, sömürücü sınıfların varlık şartıdır.

Dolayısıyla yaşadığımız coğrafyanın bir vatan olmasının tek yolu, memleketi bu sömürücülerden, dolandırıcılardan, yalancılardan ve ağababaları olan emperyalistlerden temizlemektir. 100 yıl önce yaptığımız gibi… Bu kez işi daha sağlama alarak…

Vatan = Emek. Gerisi yalan dolan! Gerisi Man Adası! 

Toplam 979 defa okunmuştur.

Ender Helvacıoğlu diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.