Yeni vatan, yeni ulus, yeni halk, yeni bağıt…
Vatan, ulus, halk (devlet de), bütün bunlar sosyo-ekonomik kavramlar. Doğuştan gelmezler, gökten inmezler, bahşedilmezler; toplumsal ilişkiler ve sınıf mücadelesi içinde insanlar (daha doğrusu sınıflar) tarafından kurulurlar, geliştirilirler.
Öte yandan birer toplumsal süreçtirler. Doğar, serpilir, olgunlaşır, yaşlanır ve ölürler. İlk dönemlerinde dinamiktirler, geleceğe dönüktürler; giderek dinamizmlerini yitirirler, yaşlılık belirtileri baş gösterir.
Vatan bir kez kurulunca ilelebet sürecek diye bir garanti yok. Vatanın üzerinde titremek, gözbebeği gibi korumak, kollamak gerekir. Korumak derken, dinamizmi sürdürmekten söz ediyoruz, mevcudu korumaktan (muhafazakârlıktan) değil.
Bazen öyle tehlikeler içine girilir, öyle ihmal edilir, öyle çürür ve yozlaşır ki vatan, yeniden kurulması zorunluluk haline gelir. Bu becerilemez ise vatanlar yok olabilir de… Vatansız kalınabilir.
Ulus ve halk da böyledir. Bir kere oluştu ve kuruldu diye üzerine yatılacak, boş bırakılacak oluşumlar değildir bunlar. Uluslar parçalanabilir, ufalanabilir. Halk bütünlüğünü kaybedebilir, halkın çeşitli bileşenleri birbirine düşebilir, birbirini boğazlayabilir.
Böyle durumlarda yeniden bir ulus, yeniden bir halk oluşturmak gerekebilir.
***
Türkiye adlı vatan, emperyalist saldırıya karşı verilen kurtuluş savaşıyla ve ortaçağ artığı bir imparatorluğa son veren bir devrimle kuruldu. Parçalanmaya yüz tutmuş, toprakları paylaşım savaşının nesnesine dönüşmüş, orta malı olmuş kocaman bir saltanat arazisinden bir vatan çıkarıldı: Türkiye Cumhuriyeti.
Kurucular, Misak-ı Milliyi, yani vatanın çerçevesini şöyle çizdiler: Avrupada İstanbul ve Meriçe kadar Trakya; Asyada Anadolu, Musul arazisi ve Irakın yarısı. (Atatürkün Söylev ve Demeçleri-III, Derleyen: Nimet Arslan, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, 2. basım, s.46)
Bu, gerçekçi bir vatandı. Bazıları gibi (örneğin Enver Paşa) Osmanlının bütün topraklarını kurtarma maceracılığına sapmadılar. Öte yandan kurmak istedikleri gerçek bir vatandı; sözde vatan yolunu, mandacılığı net bir biçimde reddettiler.
Kurucular, çizdikleri bu vatanın halkı ve uluslaşma perspektifi konusunda da gerçekçiydiler. Özetle şu saptamalarda bulundular:
Türkiyenin millî sınırları, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde oturduğu araziyi kapsar. Türkler ve Kürtler ortak vatanları üzerinde birlikte yaşamaya karar vermişlerdir. Kürtler, bir azınlık değil, fakat Türklerle birlikte cumhuriyetin ve milletin kurucu unsurudur. Türkiye halkı, esas olarak Türk ve Kürt unsurlardan oluşur. (D. Perinçek, Kemalist Devrim-4 Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, Kaynak Yayınları, 2. basım, Aralık 1999, s.162.)
Bu perspektif de gerçekçiydi, çünkü Kürtleri yok sayan bir politika Sevre mahkum olmak demekti. Öte yandan bu bir saltanat arazisi değil bir vatandı, bir hanedan tebaası değil eşit yurttaşlardan oluşan bir halktı. Bunun olmazsa olmazı da laiklikti.
Türkiye adlı vatan ve bu vatanın halkı böyle oluşturuldu. Öngörülen paradigma buydu ve önemli ölçüde başarıya da ulaştı.
Kuruluş böyle; sonrası ayrı bir tartışma konusu. Daha önce çok yazdığımız için arayı atlayacağız ve günümüze yoğunlaşacağız.
***
Ama önce bir parantez açalım.
Bu konularda düşünmeye ve kalem oynatmaya giriştiğimde tekrar tekrar göz gezdirme ihtiyacı duyduğum bir kitap var. Yusuf Akçuranın 1904te yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesi.
Bilindiği gibi Akçura bu makalesinde Osmanlı devletinin içine düştüğü durumdan kurtuluşu için önerilebilecek üç stratejiyi tartışır: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Bir bilimci titizliğiyle mevcut koşullarda üç stratejinin de avantajlarını ve dezavantajlarını tek tek ortaya döker, hangisinin daha gerçekçi olduğunu irdeler.
Akçuranın yazdıkları yüz küsur yıl öncesinin koşullarına dayanıyor, bugün bizim için fazla bir esin kaynağı oluşturmaz. Ama yöntemi bence çok önemli ve öğretici.
Birincisi, Akçura, son derece kaotik bir dönemde yaşamasına karşın, güncelin girdabından kurtulabilmiş ve alttan akan temel süreçlerin analizine yoğunlaşabilmiş.
İkincisi, Akçura makalesini iktidar perspektifiyle kaleme almış, dayatılan gündemlerin peşinden koşmakla ve muhalefet etmekle yetinmemiş. Bir iktidar stratejisi oluşturmaya çalışmış.
Makaleyi hâlâ değerli kılan bu iki yaklaşımın altını çizerek parantezi kapatalım.
***
Yüz yıl öncesine benzer koşulları yaşıyoruz. Türkiye adlı vatan ve bu vatanda yaşayan Türkiye halkı kavramları ciddi bir bunalım içindedir ve yeniden tarif edilmeleri gerekiyor.
Bu yıkıcı süreç yeni de değil. Çok önce başladı, 12 Eylül faşist darbesi ile hız kazandı, AKPnin yaptığı son noktayı koymak oldu.
Ve bugün ortada bütün haşmetiyle bir enkaz durmaktadır. Eskiye dönüş anlamında tamir edilmesi olanaksız bir enkaz…
Bugün hem vatanın temeli olan cumhuriyet ve laiklik neredeyse ortadan kaldırılmış bir durumdadır, hem her türlü emperyalist odağın at koşturduğu bir alana dönüşmüştür, hem de söz konusu çerçeve yani sınırlar güneyden başlayarak yol geçen hanına çevrilmiştir. Kısacası Türkiye adlı vatan bir tartışma konusudur artık.
Peki, bir Türkiye halkından söz edebilir miyiz? Ortak duygulara sahip, acılarını ve sevinçlerini paylaşan bir Türkiye halkından?
Sadece Türk-Kürt çelişkisinden söz etmiyorum, burada iplerin kopmaya doğru gidiyor oluşu herkesin malumu. Ama belki daha da önemlisi, halkın iki bölümünün tamamen farklı iki çağda yaşıyor ve bin yıl öncesinde yaşayanların bu yaşam tarzını dayatıyor olduğu gerçeğidir.
Kısacası, yeniden bir vatan kurmak, yeniden bir ulus ve halk yaratmak sorunsalı ile karşı karşıyayız. Bu coğrafyanın insanları olarak yeni bir bağıt yapmak, yeni bir toplum sözleşmesi yaratmak zorundayız.
Bu da yeni bir devrim demektir.
Devrim hiçbir zaman kitlelerin arzusu değildir. Devrim kitlelere dayatılır. İşin ilginç tarafı, devrimciler tarafından değil, karşı-devrimciler tarafından… Çaresizliğin çaresidir devrim. Devrimci, dayatılan çaresizliğin çaresinin öncüsüdür sadece.
Kesin olan, böyle bir noktaya sürükleniyor oluşumuzdur. Ya yok olacak bu vatan (Yugoslavyanın, Irakın, Suriyenin, Libyanın başına gelenler gibi) ve parçalanacak bu halk, ya da yeni bir vatan ve yeni bir halk oluşturacağız. Ortası yok gibi görünüyor.
***
Peki, bu yeni toplum sözleşmesinin temelini ne oluşturulabilir? Akçuranın yaptığı gibi uzun uzun analiz gerektirir bu soru. Yeri burası değil.
Ama öncelikle Akçuranın yöntemini benimsemeliyiz. Güncelin peşinden koşuşturan değil, dayatılan gündemlere muhalefetle yetinen değil, iktidarı hedefleyen ve stratejisini oluşturan bir perspektifle. Sorunlarımız, muhalefet ederek çözülebilir olmaktan çıkmıştır artık…
Yüz yıl önce bir vatan kurarken ve bir halk oluştururken Fransız Devrimi yolunu seçtik. Kapitalizmin gericileştiği bir çağda ilerici bir kapitalizm hayali kurduk. Kul yerine özgür birey, özgür yurttaş idi sloganlarımız. Zorladık, bazı başarılar da kazandık; yapanlara saygımız sonsuz… Ama sınırlılıklar ve gelinen nokta ortada.
Bugün artık, yeni bir vatan, yeni bir ulus ve halk oluşturma yoluna girerken, özgür yurttaşın yanı sıra yeni bir aşı yapmak zorundayız.
Bu yeni aşının kritik kavramı da EMEKtir.
Ancak bir Emekçi Cumhuriyeti hedeflersek yeni bir vatana kavuşabiliriz.
Ancak emekçilerin öncülüğünde yeniden kardeş olabiliriz, farklı milliyetleri ortak potada eritebilen eşitlik temelinde bir uluslaşma sürecini başlatabiliriz, yeniden bir halk olabiliriz.
Bu bizim takıntımız değil. Başka bir çare bırakmadılar!
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.