Cinnet ve adalet
Adalet ve hukuk, bu iki kavramın birbiriyle ilişkisi nedir? Adalet, bir haksızlık olması durumunda haksızlığın öyle veya böyle giderilmesi, yerdeki kanın temizlenmesi işlemini tanımlar. Yani vahşice alınan bir intikam da -alanın yüreğini soğutarak- adaleti sağlamış olur. Ancak bu adaletin tarafsız şekilde sağlandığı anlamına gelmez. Zira üst bir makam tarafından sağlanmayıp şahsi bir intikam formunda tecelli eden adaletin, ilelebet sürecek bir kan davasına dönüşmesi, haliyle asla tamına erememesi kuvvetle muhtemeldir. İşte hukuk burada devreye girer ve adaletin nasıl sağlanacağını belirleyen kurallar bütünü vazifesi görür. Peki ya hukuk bu düzenleme işinde yetersiz kalırsa ve suçluların ‘hak ettikleri’ cezayı bulamadıkları, bunun da güçlü olanın güçsüz olanı ezdiği bir tabiat ahvaline (state of nature) çıktığı bir tabloda birileri ‘cinnet getirirse’?
Bu sorunun kurgusal bir cevabını Hakan Günday ve Onur Saylak, 2018’de çıkan Şahsiyet mini-dizisinde aramışlar, seyirciye bir mübaşirin vaktiyle elinin altından geçmiş bir dosyayı yeniden açtığı bir hikaye anlatmışlardı. İkinci sezonunu izlemediğimden, yorumlarımı sadece ilk sezona dayanarak yapacağım.
Emekli mübaşir Agah Beyoğlu, Alzheimer hastalığına yakalandığını öğrenir ve ‘her şeyi’ unutacak olmanın verdiği gönül rahatlığı bir yana, bildiklerinin onunla beraber hiçliğe karışacağından duyduğu endişe ile harekete geçmeye karar verir. (bundan sonrası spoiler) Vaktiyle bir kız çocuğuna organize tecavüz ve cinsel istismar suçu işleyen, Kambura kasabasının ‘işinde gücünde’ insanlarının geç kalmış cezalarını kesecek, kanı kanla temizleyecektir. Dizinin ilk bölümlerinden birinde bir adli tabip “bizde insanlar seri katil olmaz, cinnet geçirir” mealinde bir cümle kurar. ‘Türkiye’nin ilk seri katili’, bir kült nesnesine de dönüşerek ‘köpeköldüren’ lakabını alacak esrarengiz Agah Bey’in giriştiği seri cinayetler de epey Türk usulü bir cinnetin neticesidir. Adamımızın ‘ta burasına kadar’ gelmiştir.
Yine dizinin son bölümünde Agah, bayrağı devretmek niyetinde olduğu komiser Nevra karakterine “hukuk ve adaleti birbirine karıştırmamasını” salık verir. O adam (Cemil isimli karakter) sadece yaşadıklarına dayanamayip intihar eden ‘dağlar kızı Reyhan’a değil, Nevra’nın kendisine de tecavüz etmiştir. O ve bu işte dahli olan daha onlarca faili cezalandırmakta hukuk müessesesi sınıfta kalmış ise, bu saatten sonra o müesseseden adalet beklemek manasızlaşmış, kendi adaletini kendi sağlama zamanı gelmiştir. Adalet artık gayriresmi ellerde tecelli edecektir.
Agah’ın yöntemlerinin haklı olup olmadığı tartışma konusudur ve diziyi değerli yapan da bu dilemmayı seyircide yaratabilmesidir. Aynı dilemmayı yaşatan bir diğer eser de Orson Welles’in Bitmeyen Balayı (1958) filmidir. Burada Welles, suçlu olduğuna adı gibi emin olduğu, ama deliller yetersiz olduğundan serbest kalacağını bildiği zanlıların dosyalarına sahte deliller koyarak, onların mahkum olmasını sağlayan bir polis şefini oynamaktadır. Meslektaşı, hukukun sesi Charlton Heston ise ibretlik bir cümleyle cevap verir. “Polisin işi sadece polis devletinde kolaydır”. Yine bize kim haklı sorusunu sorduran ve cevabı seyirciye bırakacak kadar ona saygı duyan bu yapımı da tavsiye etmiş olayım.
Adaleti bir adamın sezgilerine mi bırakacağız? diye sormak gerekir. Herkesin kendi işini kendi gördüğü yerde bunun anarşiden bir farkı kalmayacaktır. Bu da doğru. Tam da bu nedenle iyi işleyen bir hukuk sistemi bir lüks değil, insanca yaşamanın başlıca şartlarından biri olan temel bir ihtiyaçtır. Peki bu mekanizma vaadini gerçekleştirmekte yetersiz kalıyorsa birileri Agah gibi cinnet getirmez mi veya Welles gibi kitabın dışına çıkarak işin içine biraz doğaçlama katmaya tenezzül etmez mi?
Bu noktada bir başka filme, Humphrey Bogart’ın oynadığı Öldürülecek Kadın (1951) filmine temas etmek gerekiyor. Burada Bogart’ın oynadığı polis şefi, tüm tanıkların ortadan kaldırıldığı, bu yüzden büyük bir mafya reisinin ertesi gün serbest kalacağı bir davada savcıdan birkaç saat ek süre ister. Uykusuz bir gecede dosyayı yeniden açar, bilmeceyi bir kez daha çözer ve hayatta kalan son tanığı, öldürülmesine ramak kala kurtararak mahkemeye çıkarmaya muvaffak olur. Hukuk sistemi masumiyet karinesinden vazgeçmemiş, polisin eline ‘zor bir iş’ vermiştir. Polis de vazifesini layıkıyla yaparak bu zor işin üstesinden gelir. İdeal bir adalet mekanizması tam da bu şekilde yürümelidir, kurumların doğru tesis edildiği, kişilerin de üzerlerine düşeni yaptıkları bir işbirliği içinde.
Tüm bu mekanizma en iyi şekilde işlese de suç her zaman olacaktır. Böyle bir noktada devlet, kanunları onu minimize edecek şekilde koymak ve uygulamakla yetinmek zorundadır. Peki ya, kamu nizamını korumak için alternatif bir yol icat edilip tüm suçlar her sene bir geceliğine serbest bırakılırsa? Onu da gelecek hafta yazacağım.
YORUM YAZ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.